6 Ekim 2010 Çarşamba

Ibrahim Aksoylu'nun "Empati-Telekinezi" Hikayesi 1






Daha once Mehmet Eymur ve MIT mensublarının kendisine EMPATI-TELEKINEZI yaparak BEYNINI KONTROL ETTIKLERINI söyleyen Ibrahim Aksoylu'nun yasadiklarının bir "özet"ini yayinlamıştık. simdi yokolmus bir hazır web sayfasında guncellemesini dort-4 defa yaptigi ve cok daha genis bir sekilde basindan gecenleri anlattigi aksoylu'nun kendi websitesinin tamamını, TBMM'ye yazdigi "sikayet dilekcesi ve kararını" ve bulabildigimiz bir adet resmini yayinliyoruz. Aksoylu'nun, mani defresif bir rahatsizlik mi gecirdigi, kendini "baskalari yerine koydugu" tespiti mi dogru yoksa BEYIN KONTROLUNE tutularak bahsettiigi sekilde bir "olaya" mi kurban ediliyor? Bilemiyoruz. Siz de okuyacaksiniz ve kararinizi siz vereceksiniz; ama unutmamak lazim ki, zihin kontrolu denilen uygulamanin ISPATI COK ZORDUR!

OYLESINELAF@


&&&

Apr 02, 2002 tarihli ilk sayfa:



MEHMET EYMÜR



21 Mart 2002 Perşembe MELBOURNE-AVUSTRALYA




Yedi yıl önce, 1995 senesinde cevremde MİT eylemleri olduğunu farkettim. Yavaş yavaş olayları kavradım. 1997 yılında iksirlendiğimi (zehirlendiğimi) farkettim. Geçmiş yıllardaki olayları gözden geçirince yalnız ben değil tüm yakın akrabalarımın yıllardır gizli servis görevlileri tarafından sistemli olarak iksirlendiğimizi (zehirlendiğimizi), işimizin, aşımızın, sağlığımızın, herşeyimizin en çirkin durumlara düşürürldüğünü çıkardım.

Turkiye Cumhuriyeti resmi makamlarına 60’dan fazla şikayet dilekçesi verdim. Sonuç alamadım. En yüksek MIT yöneticileri, şikayetlerimin hasıraltı edilmesini sağladı. MİT müsteşarı Şenkal Atasagun, Operayonla ilgili Daire Başkanı Emre Taner, İstihbarat Daire Başkanı Mikdat Alpay, Erkan Gürvit, Mehmet Eymür bizzat bu 87 senelik eylemlerin içinde 35 senedir yer aldılar. Çocukluğumda ve gençliğimde kendileri bizim ev dahil okulumda, Burdurda, Ankarada İzmirde değişik zamanlarda çevremde bulduğum insanlar oldu.

1999 Nisan ayında Başbakanlığa verdiğim dilekçelerden sonra MİT üst düzey görevlilerden MEHMET EYMÜR’ün ABD’den korunma istediğini gazeteler yazdı.

Mehmet Eymür’ün benim çevremde dönen olaylarla ne ilgisi olabilirdi. O günden bu yana hafızamı tarayıp ilgili olabilecek herşeyi hatırlamaya çalıştım. İşte bulabildiklerim.



www.geocities.com/aksoylui/a.htm hikaye

www.geocities.com/aksoylui/b.htm kurtulma çabalarım

www.geocities.com/aksoylui/c.htm günlük notlarım

OLAYLAR VE İNSANLAR



OLAYLARIN TAMAMININ ÖZETİ

Bu hadise 87 yıllık bir zulumdur.

Bu hadisenin baslangıcı taa birinci dünya savaşına dayanıyor. Dedem iki kardeşi gibi askere alınır ve 9.5 yıl askerlik yapar. Bu iddiamın doğruluğu askeri kaynaklardan arşivlerden araştırılabilir.

Dedem birinci dunya savaşına topcu er olarak katılır. Çanakkale savaşında bir ara “ileri gözetleyicilik” görevi verilir. Sağır dilsiz çoban rolü yapması öğretilir ve bir koyun sürüsünün başında düşman mevzilerini gözetlemesi vazifesi verilir. Bu görev sırasında başarılı bulunup bir miktar para ödülü ile taltif edilir.

Birinci dünya savaşı sonunda İstanbuldaki kışlalarda işgal güçleri bazı Türk askerlerini götürüp işkence ederler, kurşuna dizerler. Bazı tarihciler Taksim parkında bir noktada Türk askerlerinin sökülmüş tırnaklarından oluşmuş küçük tırnak yığınlarından bahseder. İşgal güçlerince aranan Türk askerlerini işaret eden, bulmakta yardımcı olan Osmanlı zabitleri Karakol hafiyeleri de vardır. Bazı İşbirlikci Karakol ajanlarına ve zabitlerine suçüstü yaptırma görevi verilenler arasında dedem de vardır.

Bu tür bir olayla ilgili bir davada bazı Türk subayları tarafından mahkemeye şahit olarak öne sürülür. Mahkemenin seyri işbirlikcilere idam cezası vermeye doğru gitmekteyken, güçlü bir Osmanlı politikacısının müdahelesiyle mahkeme kesilir. Karar bile verilmez. Güçlü Osmanlı politikacısının gerekçeleri iki tanedir; “Sanıklar yakınımdır” ve “işgal güçlerine yardımcı olmak vazifemizdir”. Kimse de “işgal güçlerinin Türk askerlerini keyfi idam etmesine yardımcı olmak da mı vazifemiz” diye soramaz. İşgal altındaki ülkede, işgalci işbirlikcilerine karşı suçüstü yaptırmak çok tehlikelidir, dava kazanmak ise hemen hemen imkansızdır.

Mahkeme yarım bırakılıp sanıklar eski görevlerine dönünce, dedem için en acı günler başlar. Sanık işbirlikci subay, rütbesiz bir asker olan dedeme, kan gelene kadar dayak attırır. Bazı Türk subaylarının müdahelesi ile dedem ölümden kurtulur. Kışladaki Türk askerlerinin, işbirlikçilere karşı mücadelesinde, dedem aslında mahkeme şahidi değil fedai olarak öne sürülmüştür.

Kurtuluş savaşı arefesinde, dedem Balıkesir-Bursa yöresindeki Kuvayi Milliyecilere katılır. Celal Bayar emrindeki düzensiz birliklerde düşmanla çete savaşlarında çarpışır. Akbaş cephaneliğinin basılıp cephaneliğin Ankaradaki milli kuvvetlere kaçırılmasında görev alır. İstiklal savaşına katılır. Savaş bitince terhis olur ve köyüne dönüp çobanlık ve reçberlik yapar.

Fakat suçüstü yaptırdığı işgalci işbirlikçileri Cumhuriyet devrinde de çok güçlü insanların yakınında bulunmayı başarabilmişlerdir. Özellikle onları kurtaran Osmanlı Politikacısı, Cumhuriyet devrinde de çok güçlü olmaya devam etmiştir.

Güçlü politikacı veya zabitlerin dedeme düşmanlığı fazla detaylandırmaması beklenirdi. Bir defada ya vurdurur, veya dayak attırır hınçlarını alırlardı. Çünkü dedem bir emir kuluydu ve başka subayların emrini yerine getirmek zorundaydı.

Olayın sürüncemede kalmasını sağlayan insanlar dedemi ajan gösterip karşı tarafa misillemede bulunan ajanlar olmuş. İki grup ajanın çirkin mücadelesi Burdur’un bir dağ köyündeki çobanlık yapan dedemin sırtına yıkılmış. Hem de kendinin haberi bile olmadan. Dedemi şahit olarak öne sürenler, dedemi ajan göstermişler. Öbür guruba yönelik kirli eylemlerini dedemin adına yaptırmayı uygun bulmuşlar. Yani payanda ve kalkan olarak seçmişlar. Ajanların görgüsünde “adam kullanmak” marifet imiş. Güya meşhur ajan Mazhar Eymür de dedem gibi cahil bir çobanı, dedem anlamadan ve bilmeden kullanmış. Düsmanlarına iksir verdirirken dedemin adına göndermeyi akıllılık ve kurnazlık saymış. Bunu dostlarına ve yakınlarına da yaptırınca suç ortaklarının sayısı iyice kabarmış. Elleri iyice kirlenen bu gurup, durumun düzeltilmesini hiç istememişler. “Bu dert zaten oların derdi, biz de onları koruyoruz” masalına kendileri de inanmasalar bile, görgü şahitlerine anlatmayı sevmişler.

Karşı gurup subay da kendilerine karşı payanda olarak kullanılan dedemi ve yakınlarını hedef almışlar. Her türlü kötülüğü yaptırmışlar. Dedem ve yakınları olayın gerçek yüzüne hiç bir zaman vakıf olamamışlar. Dedem ve ninem bütün bildiklerini “aptallardan korkun, onlar eve, ambara, çamaşıra tuz atar” gibi sözlerle dile getirirlerdi. (tuz dedikleri zararlı kimyasal maddeler olmalıydı) Çingene kılığındaki gizli servis görevlileri dedemin evine girip tahılını, ununu, sütünü, peynirini, her mahsulunu, çamasırından çuluna kilimine kadar iksirler, arada sırada koyunlarını telef eder veya çalarlarmış. Dedem iksirleme yüzünden 35 inde çalışamaz duruma düşmüş. Karısının tarlada çalışması, oğullarının çobanlığı ile geçinmeye çalışmış. Hiçbir zaman bellerini doğrultamamışlar ve oldukça fakir bir hayat sürmüşler. Dedemin çocukları ve torunları daha analarının karnındayken iksirlenmeye başlanmışlar. Ömür boyu iksirlenmeye mahkum edilmişler. Dedemi kalkan ve payanda olarak kullanan gizli servis subayları cahil bir köylüye ve bütün sülalesine kendi çirkin mücadelelerinin ceremesini çektirmişler. Bunu da “onları koruyoruz, biz olmasak öldürüleceklerdi” diye açıklamışlar.

Karşı gurup ise kendi astlarına daha vefakar davranmış ve onları ajan yapıp düşmanlarının üzerine salmış. Bu açıdan bakıldığında “dedemin sözde korumacıları”, karşı guruptan daha kifayetsiz davranmış hatta dedeme kalleşlik etmiş sayılır.

Bugün benim ve yakın akrabalarım hatta dostlarım çevresinde süregelen gizli servis faaliyetleri bu çirkin “gizli servis iç mücadelesi”nin devamıdır. Birinci dünya savaşındaki subaylar çoktan ölmüş, yerlerini çocukları torunları almış. Elbette çoğu mevki makam, hatta mal mülk para sahibi güçlü insanlar olarak. Hatta karşı tarafın piyonlarının çocukları olan Ethem Cangörü ve çocukları gibileri bile önemli gizli servisçiler olabilmişler. Ve hepsi birlikte dedemin çocuklarının torunlarının başına her türlü belayı açmayı zehirlemeyi sürdürmüşler. Sözde “dedemin sülalesini korumacıları” ise dedemin sülalesini kalkan ve payanda olarak peşkeş çekerek aslında kendilerini korumuşlar, Bizi askıda bekletmek için sağ bırakmaya çalışmışlar. 9.5 yıl cephelerde ülkesi için savaşan dedem, devletin ajanları tarafından zehirlenip akıl hastası yapılarak en büyük vefasızlığa uğramış. Dedemin sülalesi 3 nesildir zehirlene zehirlene yaşamak zorunda kalmış. İksirleme sonucu pek çoğu geri zekalı, akıl hastası veya fiziksel özürlü olmaya mahkum edilmiş. Ömürlerinin süresi kısaltıldığı gibi yaşayabildikleri hayat da çok değersiz, ızdıraplı ve çileli olmuş.

Bugün benim 60 dan fazla yazılı, defalarca sözlü şikayetimi işleme koymayıp olayın sürüncemede kalmasını sağlamak isteyenler her iki gurubu da korumak isteyenlerdir. Çünkü her iki gurubun da elleri çok kirlidir. Biz ise sadece mazlum ve suçsuzuz. Bize yapılan 87 senelik bir zulumdur.

Bize bu zulmu yaşatanlar, aynısının kendilerine yapıldığını iddia ediyor olabilirler. O kötülükleri biz yaptırmadık, yapılmasına da razı olmadık. Bizim adımıza kendilerine kötülük yapıldığını iddia edenler durumu yargıya havale etsinler, hiçbir şekilde sorumluları savunmayacağım.

Ben ve ailem bu gizli servis iç çatışmasına hic bir zaman taraf olmadık. Hatta benim dışımda ailemde hiçkimse duruma daha vakıf bile olamadı. (aile sözcüğü ile anam, babam ve onların çocukları ve torunlarını, yani anam-babamın tüm ardıllarını kastediyorum) Hiç habersiz, payanda, kalkan ve hedef tahtası durumuna düşürülen ailem bu çirkin gizli servis iç çatışmasında en ağır yaraları almıştır.

Gizli Servis yetkilileri ve devlet adamları insiyatif koyup bu çirkin kavgayı durdurmalıdır. Bu kavgayı sürdürmek isteyenleri de kontrol altında tutmak için empati gibi yeterli imkanları vardır. Aksi takdirde bu kavgayı sürdürenler bir yandan birbirlerini telef ederken bir yandan da bu çirkin kavgadan haberi bile olmayan bizim gibi insanları heder etmeyi sürdürürler.


Dedemin Künyesi



Adi: Ibrahim

Soyadi: Ak

Baba Adi: Veli

Ana Adi: Halime

Mufusa Kayıtlı Olduğu Yer: Gölde Köyü (Yeşildağ Köyü) - Burdur

Hane :23




Bu sayfanın yazarının kimliği


Adı: İbrahim

Soyadı: Aksoylu

Baba adı: Veli

Ana adı: Emine

Doğum Yeri: Erikli

Doğum Tarihi:30.10.1954

Kayıtlı Olduğu Yer

İl:Burdur

Köyü: Erikli Köyü

Cilt No: 0055

Aile Sıra No: 0027

Bu aşamada dedemin soyağacına bakıp fert fert başlarına gelenleri yazacak değilim. Bunun yerine kendi yaşadıklarımdan bazı kesitleri özet olarak vermek istiyorum.


BANA YÖNELIK GİZLİ SERVİS EYLEMLERİNİN HİKAYESİ:



ÇOCUKLUK VE ÖĞRENCİLİK DÖNEMİMDEKİ GİZLİ SERVİS EYLEMLERİ

Ben 30 Ekim 1954 tarihinde Burdurun Erikli köyünde doğmuşum. O yıllarda, 3 yaşına doğru çok mutlu anılarım olduğunu, 3 yaşından sonra herşeyin tadının kaçtığını anımsıyorum. Dedemle birlikte oturduğumuz bir yer sofrasında iksirli yemekten ben bir tadım alıp vazgeçmiştim. Dedem yemek yemeyi vazife gibi gördüğünden tabağını sonuna kadar yemiş. Bir de kadınlara söylenmiş ne biçim yemek diye. O yemek dedemi akıl hastası yapacak yemek imiş. Dedem 1958 yılından sonra akıl hastası yapıldığı zamanlarda benim ve hepimizin neşesi iyice kaçmıştı.

Dedemin sağlığı, ağılana ağılana iyice zayıflamıştı. Mazhar Eymür çetesinin kendilerine kalkan ve payanda yaptığı “cahil çoban”ın sonu yaklaşmıştı. Ola ki karşı çeteden birilerinin kötürüm edilip ölüme yollanması gündemdeydi ve cevabı dedeme veriliyordu. Bir kalkan elden giderse yenisini bulmak kolaydı. Ölüme yollanan cahil çobanın kendi adını verdirdiği ve “benim yerimi alacak” diye pek sevdiği küçük torunu İbrahim’i kalkan olarak gözlerine kestirdiler. Adların aynı olması “hangisi mezardaydı hangisi sağdı” gibi gizli servisin çok denediği yalanlara da ortam hazırlıyordu. Böylece benim veliaht “kalkan payanda” veya "kurban" olarak seçilmem uygun bulundu.

3.5 yaşındaki çocuğu, hiç tanımadığı insanların yerine ağılanması için ajan gösteren insanların görgüsü, ahlakı üzerinde durmak gerekiyor. Evrensel ahlaka göre “vicdansız ve cani” demek uygun iken, ajanlar dünyasında bu insanlar “kurnaz ve akıllı” idiler. Dedesini ağılata ağılata çileli bir hayat yaşatıp ecelini getiren ajanların, yeni oyuncaklarını seçerken ne düşündüklerini öğrenmek isterdim. Mesela hiç vicdan azabı çekip çekmediklerini anlamayı çok isterdim. Bu konuda fikir verebilecek bir olayı hatırlayabildim. Bu iki ajandan bir tanesi, bir kaç sene sonra köye gelmişti. Köy meydanında eliyle çenemden tutup “toklu gibi maşşallah bu oğlan” diye alay etmesinden adamın beni “kurbanlık” olarak gördüğü anlaşılıyor.

Bir başka önemli ayrıntı dedemin olayı kavramadan evet deyişidir. Dedem daha ajanın ne olduğunu tam bilmiyordu. Dedemin nesli, köye gelip ambarındaki buğdayını, sürüsündeki koyununu, altındaki çulunu alıp götüren, saklayanı döven Osmanlı memurlarını görmüştü. Dedemin anlayışına gore “hokumatın adamı ne isterse yapılır” idi. Onunla konuşan ajanlar ise dedemi pohpohlamışlar bir koli sigara hediye getirmişler, gönlünü almışlardı. Bir de benim 3.5 yaşında iken ajan yapılarak değerli olacağım masalını anlatmışlardı. Kısacası dedemi kandırmışlardı. Ajanların “kitabına uydurma” sanatına uygun olarak bana camide “sen ajan oluyorsun, çavuşsun” demişlerdi ve yanağımı acıtıp ağlamamı sağlayınca da “hah işte aaaaa dediğine göre evet demiş sayılır” deyip ajanlığı kabul ettiğimi tesbit etmişlerdi.

Bu komedi festivaline inanmak istemeyenler çok olacaktır. Geçmişe dönüp benim çevremdeki gizli servise göre olabilecek olayları gözden geçirdiğimde buna yakın saçma başka mizansenler çıkarabilirim.

Çocukluğumun bundan sonrası ajanlar tarafından zehir edilmiş sayılır. Sünnetimde ilaclarımın yok edilmesi sonucu 4 ay kanamalı idrar yapmak zorunda kalışım ajanların işi olmalıdır. İlkokul üçte iken bir tarafın ağır hastalandırdığı zaman 4 gün ayağa bile kalkamayan kulakları bile duymayan ben, Burdurdan yollanan bir ciple gelen birinin (bir gizli servis görevlisi olduğunu çok sonra çıkardım) getirdiği bir ilaçla iyileştim. Ama bir kulağım tamamen sağır kaldı ve uzun bir süre sendeleyerek yürümek ve dengemi zorlanarak kurmak durumunda kaldım.

Pantolonumun bir bölgesine bilinçli olarak sürülen bir ilaç köpeklerin ıştahını kabartmak için yapılmış. İlaçlı pantolonla köyde dolaşırken, bir haylaz köpek hiç hırlamadan pantolonun tam ilaçlı bölgesine dişlerini geçiriverdi. Hala o dişlerin izlerini taşırım. Biraz daha düzgün giyseymişim köpek tam genital bölgeyi dişleyecekti. Gizli servis çocukları hadım etmek icin böyle yöntemleri bile kullanmayı seviyor demek. Bugünlerde kısırlaştırmak icin yiyeceklerime ilaç koyduruyorlar.

İlkokul 4'de iken dedem ölünce köydeki pek çok fakir insan üç beş kuruş kazanmak icin dedem yerine beni iksirlemeyi seçti. Bol bol iksirlenip çirkin durumlara düşürüldüm. İlkokul 4'ten itibaren gözlerimi hedefleyen ağılama yüzünden gözlük takmak zorunda kaldım. Bir yaşlı köylünün bana sahte gülümsemelerle yaklaşıp çay içirmeyi çerez vermeyi fazlaca denediğini hatırlarım. O çerezler çaylar iksirli oluyor ve ihtiyar köylü harçlığını böylece çıkarıyordu. Adamın oğlu kendi ifadesiyle “pancardan kazandığının iki mislini, beni ve ailemin iksirini vererek kazanıyordu”. Böylece bütün köy için yeni ve kolay bir ekmek kapısı açılmıştı; Mazhar Eymür çetesinin “payanda ve kalkan”ı olan ailemi, gizli servisçiler adına iksirlemek.

Üç ayda bir Mazhar Eymür çetesi bir adam yollar bir iki uyarı veya bir ağılamayı yavaşlatmaya çalışır ve gidermiş. Bunun bizi korumaya yeteceğine inanmak saflık olur. Her birimize birer koruma verseler gene de her iksirlemeden korumalarının mümkün olmayacağını anlamak zor degil. Öyle anlaşılıyor ki Mazhar Eymür çetesi bunu deneyerek görüntüyü kurtarmayı istemiş. Onlara göre iksirlerimizi durultmayı, mümkün olduğu zaman da panzehirini koymayı bilmişlermiş. ( Halbuki her iksirinin panzehiri yoktur. Panzehiri olanın da her zaman zamanında yetiştirilemeyeceğini varsaymak yanlış olmaz. Bazı iksirlerin ise etkisi sadece yavaşlatılabilir, yokedilemez. Bazı iksirlerin panzehiri diye verilen iksirin faydası çoğu kez açılan yaraya sürülen merhemin yapacağı etkiye benzer. Dolayısıyla iksirlemenin etkisini sıfırlamanın çoğu durumda mümkün olamayacağı bellidir. "Iksirleri panzehiri ile durdurduk" masalını ancak cahil insanlara yutturabilirler.)

Bizim adımıza özellikle de benim adıma Ethem Cangörü çetesine iksir gönderildikce onlar da hınçla bana iksir göndermişler.

Sadece iksirlemek değildi çirkinlikleri elbet. İki üç ajan ciplerinden iner köylü çocuklarını kollarından bacaklarından yakalayıp iki çocuğu savurarak kalçalarını birbirine vurdururlar. Canı yanan çocuklar ağlar, ajanlar da eğlenmis olurdu.

Çocukluğumda bir defasında Ethem Cangörünün ciple beni ezmeye bile çalıştığını hatırlıyorum.

Bir taraf bizi iksirler hastalandırır iken ara sıra öbür tarafın imdada geldiği olur durumumuzu bir parça düzeltmeye çalıştığı olurmus. Bu durumda nasıl bir hayat yaşadığımızı tahmin edebilirsiniz.

1965 senesinde parasız yatılı olarak İzmir Kolejinde okumaya başlayınca aileme yönelik iksirlemelerde büyük bir artış başlamış. Köyde gözden ırakta daha az iksirlenen ben, İzmirde profesyenel iksircilerin eline düşünce ağır şekilde iksirlenmişim. Hazırlık sınıfında iken bir ara iyice iksirlenip kulağımı (bir tanesi tamamen sağırdır) güçlükle duyabilir hale getirmişlerdi. Bunu Hazırlık sınıfında iken üç defa denediler. Bir çok defa iksirlenerek iyice güçsüzleşip yerimde oturup kaldığımı oynayacak gezecek takatim bile olmadan günlerce durumu geçiştirmeye çalıştığımı hatırlıyorum. Orta okulda müzmin sağır yapacak iksirleri defalarca yeniden denediler. Kuruyemiş yemeyi ve sakız çiğnemeyi fazlaca sevmem yüzünden oluşmaya başlayan iltihap akmış ve kurtulmuşum. Orta ikide "Yurttaşlık Bilgisi" dersinde hocamız bana seslendiğinde kulağım hiç işitmiyordu. Hoca bu durumu vahim bir olay sayıp diğer ögretmenlere aktarınca, bazı iksirci hocalardan ağır tepki almış ve aralarında ağız dalaşı bile yapmışlardı. O hoca bir süre okuldan ayrılmak zorunda bile kalmıştı. Sayesinde benimle biraz ilgilenilmiş ve kulaklarımı hedefleyen iksirler yavaşlamış olmalı ki daha sonraki yıllarda bu iksir bu ölçüde verilmedi.

Orta ikide ise en şiddetlisini yaptılar ve yürürken dengemi zor sağlar duruma getirildim. O günlerde bir hocanın, beni gösterip “şu çocuk yürürken sanki ayağının altından halı çekiliyor” dediğini iyi hatırlıyorum.

Orta birde sınıfın irilerinden iken orta ikide birinci sömestir sonu sınıfın beşinci en küçük çocuğu oldum. Çünkü boyumu 6.5 santim küçültmüşlerdi. Galiba o sene İzmire tayin olan Ethem Cangörü bütün gücüyle beni ağılamaya başlamıştı. İhsan Özarallı ve Celal Doğu kavgası da aynı yıllarda iyice kızışmıştı. İhsan Özarallının korumacıları Celal Doğuyu iksirlerken benim adıma yapılmış olarak gösteriyorlardı. Cevabı da bana veriliyordu. (Hemen belirteyim ki, ben ve yakın akrabalarım hic bir zaman Celal Doğu-İhsan Özarallı kavgasının tarafı olmadık, bundan sonra da olmayacağız. Yakın akrabalarımı bu kavgadan haberi bile yok. Kimse beni ve yakın akrabalarımı Celal Doğu'nun yakınlarına karşı kullanmaya kalkmasın, Celal Doğu'nun hasmı olarak göstermeye kalkmasın.)

Gizli Servis kuralına göre beni hedefleyen gizli servis görevlisi, benimle yakın ilişki kuran herkesi dolayısıyla bütün öğrencileri iksirleme hakkına sahipti. Ethem Cangörü çetesi bu kuralı işleterek okul yemekhanesinde benimle teması olan herkesin masasındaki karavanaları ağılamaya başlayınca okul yönetimi beni okuldan ayırmayı görüşmüş. Buna karşılık Mehmet Eymür çetesi isteyen herkesin ajan İbrahim Aksoylu adına iksir gönderebileceğini söyleyince bu çözüm kabul edilmiş.

(İbrahim Aksoylu adına istenilen hedefe atış serbest, izin Mehmet Eymürden)

Bedava ağı verdirme izni bazılarına cazip gelmiş. “Kendi ailemi de başka tehlikelerden de sakınmış olurum” deyip bu fırsatın üstüne atlayıp alabildiğine istismar edenler olmuş. Kimi de “yerine göre kullanmam mübah sayılır aynı okulda okudu diye çocuğum ağılanmasın” diyerek duruma daha makul yaklaşmayı bilmiş. Bu hediye sayesinde Ethem Cangörü karşısında Mehmet Eymürün destekçisi olmayı seçmisler. Böylece Mehmet Eymür hikayenin çok azını bilen bu insanları müttefik olarak kazanmayı başarmış.

Ethem Cangörü hapishaneden çıkmaması gereken bir cani ve çok kotü bir insan olsa bile bu olayda Mehmet Eymür iyi niyetli değildi. İyi niyetli olsa o aileyi ayırırdı. Yargı veya teftiş yeterli olamıyorsa, devlet adamlarına durumu götürür ayırırdı, son çare amcasını veya babasını gizli servise alıp yine de kurtarabilirdi. Yaptığı iş olayı kendi işine yarayacak hale dönüştürmek ve bu ailenin bu cendereden kurtulmamasını ve kalkan payanda olarak bekletilmesini sağlamaktı. İnanıyorum ki, işin aslını bilselerdi çoğu İzmir Kolejli böyle düşünecekti.

O durumda beni iyi kötü öğrencilik yapabilecek hale getiren İzmirli iki ajan olmuş. Bu çirkin görgü içinde o iki ajana müteşekkir olmam gerekirken, asıl sorumlu olan Mehmet Eymür çetesinin sorumlularının durumu hakkında birkaç yorum yapmak gereğini duyuyorum.


Soru: Bu Mehmet Eymür veya mert yiğit arkadaşları kendi adlarına saldırsalar olmaz mı düşmanlarına, bu zavallılara niye gerek duysunlar?

Cevap: Olay denk güçlerin çarpışması şeklinde olmalı. Karşı tarafın saldırılarını önemsemek zorundaydılar, hafife almak değil. O saldırıları bize yöneltip kendilerini bir parça sakınmış olmak bile azımsanmayacak bir kazançtı.

Hem bu iş başka işe benzemezdi. Onlar ajandı hem de akıllı ve kurnaz ajandılar. Hasımlarına iksiri bu zavallı insanlar adına verdirirlerdi. Kendileri yerine bu küçük insanlar hedef durumuna düşer çile çekerlerdi. Usta ajanlık diye buna denirdi.



Soru: Mehmet Eymür olayı niye yargıya veya gizli servis teftiş heyetine havale etmedi?

Cevap: Çete mensuplarının elleri bu olayda kirliydi. Yargıda veya teftişte kendi dava arkadaşları ağır ceza alacaktı.



Soru: İzmir Koleji öğretmenleri beni Burdur Lisesine göndermeyi uygun bulmuşken Mehmet Eymür neden İzmirde kalmasını sağlamak istedi?

Cevap: Burdurlu yerel ajanlar bizim kalkan yapılmamız konusuna karşı çıkmak istiyorlar ama çıkamıyorlardı. Çekimser ve gönülsüz yerel ajanlar günün birinde güçlü bir devlet adamına götürüp bizi ayırmayı deneyebilirdi. O yıllarda Burdurlu güçlü bazı devlet adamları olabilecekti.



Soru: Babası Mazhar Eymür hata edip bu çirkin işi başlatmış, kendi bari şu kimsesiz aileden uygunca birini ajan yapıp bu aileyi bu çirkin kavgadan ayıramaz mı, kendilerini koruyabilecek duruma getiremez miydi?

Cevap: Çok kolay getirebilirdi. Askeri hakimlikten ayrılan amcam bu iş icin en uygun insandı. Ona anlatılsaydı amcam senelerce bizim kalkan-payanda yapılmamızın sorumlularından yasal yollardan hesap sordurmak isteyecekti. Bu yüzden Mehmet Eymür dahil hickimse bizi ayırma işine girmek istemedi. Herkesin işine gelmişti bizim kalkan olmamız.

Bugün bile bu olayın çözülmesi için çalışanlar, bizi değil, bu fırtınaya tutulan başka insanları kurtarmak için çaba sarfediyor.



Burada parantezi kapayalım ve hikayemize gecelim.



Mehmet Eymür’ün verdiği “İbrahim Aksoylu adına atış serbest” hediyesine ajanlar sadece İzmir değil İstanbul’dan, Ankaradan, Samsundan koşa koşa gelmişler. Bunlardan en zararlısı çarpık karakterli “Erdin Günçe” olmuş. Erdin Günçe sadist ve çarpık anlayışı yüzünden beni ve yakınlarımı hiç bir nedeni yokken bol bol yere çalmıs, küçük düşürmüş ve en kötüsü de ailem hakkında yapılan sözde istihbaratın roman piyes film senaryosu ve her türlü yazı için, görsel basın için kaynak hazırlamakta kullanması olmuş. Bunu yaparken rapor yazıyorum ve dosyaya yerleştiriyorum kim alırsa alır okur orası benim dışımda diyerek kendini savunmayı bilirmiş. Ama kendine parayı veren gizli servisci de benim için bir araştırma açmayı bilirmiş (mesela kolunda saatini gördüm yakın takip altına alabilirim, saatiyle bomba yapabilmesinden kuşkulandım diyebilirmis). Beni araştırıyorsa da hakkımdaki dosyaya bakma hakkına sahip olur ve kendisi için Erdin Günçenin rapor kisvesi altında hazırladığı kaynak malzemeyi alır evirir çevirir kendi eserine yama yapar veya uygun biçimde kullanırmış. Para da Erdin Günçenin bir yakınına uygun biçimde ödenirmiş. (Bugünlerde yarım inşaatlı evleri 5 misline satın alarak rüşvet verildiği bilinir.)

Ethem Cangörü çetesinin ve Erdin Günçe çetesinin (buna Erkan Gürvit çetesinin uzantısı demek uygun) iddialarını ve cevaplarımızı "Hakkımızdaki istihbaratın eserlere kaynak yapılması hakkında Şikayetlerim ve Görüşlerim" başlığı altında bu sayfada bulabilirsiniz.



Yeniden hikayemize dönelim.

1967-1968 ders yılının ikinci sömestresi benim iyi-kötü tahsil yapabilecek duruma geldiğim dönemdir. Ama İzmir’den Ethem Cangörü çetesine yapılan ağılamaların karşılığını Burdurun bir dağ köyündeki anam babam ve ninem, öğretmen okulundaki ablam görmüş. Onların etrafında ağılamayı yavaşlatabilecek insanlar bulunmamış. 1968 ailemin diğer fertlerin ağır yara almaya başladığı yıl olmuş. Bu kadarıyla kalmamış, dedemin bütün sülalesi ağır yara almaya başlamış. Askeri hakimlikten ayrılıp Burdurda avukatlık yapan amcamın çocukları da ağır yara almış. O yıla kadar çok iyi öğrenci olan üç çocuğu da vasat veya vasatın altında öğrenci olmaya başlamış. Bedenleri daha biçimsizleştirilmiş, zihinleri daha zayıflatılmış. Çok iyi bir öğrenci olan küçük oğlu da iksirlerle akıl hastası yapılmış.

Ben ise İzmir Kolejindeki sonraki yıllarımda gitgide daha çelimsizleştim, daha halsiz mecalsiz bir çocuk oldum. Sürekli ağılandığım için dişlerim bile çocuk dişleri olarak kaldı. Kemiklerim yeterince gelişemedi ve ince kaldı. Yüzüm hala çocuk yüzü sayılabilir. Bedenim 14, 15 yaşlarında bir çocuğun bedeni yani gelişmesi tamamlanmamış bir insan bedeni sayılabilir. Gizli servisçilerin ağılamaları yüzünden fiziksel büyümemi tamamlayamadım. Bugün, 47 yaşımdayım. Aynaya baktığımda, “ihtiyarlatılmış bir çocuk görünümünde” olduğumu söyleyenlere hak veriyorum.

Boyumu kısaltan iksirler daha çok bacakları kısalttığı için bacaklarım gövdeme oranla gittikçe daha kısa kaldı ve orantısız bir vücudum oldu. 1970 baharında lise bir’de boyum 1.80 cm ye dayanmışken, lise boyunca 7 santim kısaltıldı. Ve ben lise ikide uzayacak yerde kısaldım, boyum 1.77 ye düştü. Lise sonda da 1.76 ya düşürüldüm. Herkes uzarken ben birkaç cm uzuyor ve sonra yeniden kısaltılıyordum. 1.76 cmlık boy, yerime oynaması uygun bulunan Süleyman Şaşa’nın boyu imiş. Benim boyumun kırpılarak Süleyman Şaşanın boyuna indirilmesini isteyenler "çingene MİT görevlileri" imiş. Böylece benim yerime onu geçirerek istedikleri söylemleri onun ağzından söyletebilmişler. Niye Süleyman Şaşa’yı uzatmayı seçmemişler de beni kısaltmışlar onu sormak isterdim. Zira ben ona benzemek istemedim. Bana benzemek isteyen o imiş. Hayatım boyunca gizli servis görevlileri tarafından 29 cm boyum kısaltılmış, ve 16 santim uzatılmış, arada bir kaybettirdikleri boyu büyüme hormonu vererek kazandırmayı denemişler. Bu yüzden çok geniş bir göğüs kafesim olmuş. Ancak büyüme hormonu iç organları yaşlandıracağından yaşam kapasitemin bir hayli azaltıldığını öğrenmiş durumdayım.

İzmir Kolejinde ağılanmak yüzünden gitgide hafızam zayıfladı ve ezber gücüm kalmadı. Bir ara koşuya başlayınca terlemenin zihnimin açılmasına cok faydalı geldiğini farkettim. Terleyerek beynimi hedef alan “hindiba suyu” zehiri dışarı atılabilirmis. Belki de bu sayede lisede biraz zihnim açıldı. O yıllarda bana verilen su, çay, ve meşrubatlarda bu ağı hep verilirmiş.

İzmir Koleji yıllarında bana hemen her konuda güçlük çıkarmayı seven gizli servis görevlileri vardı. Resmi bayram törenlerinde okulumuz geçerken, sırf benim aleyhimde çirkin tezahüratta bulunmak üzere en az bir gizli servis görevlisi görevlendirilirdi. Aynı şekilde okulun bahçesinde okuldaşlarımla oyun oynarken, aleyhte tezahürat için bir gizli servis görevlisi görevlendirilirdi. Koskoca adamın bana sataşmasını kaldıramadığım için oyun oynamayı çok erken bıraktım. Orta birde iken artık okuldaşlarımla oynamamayı tercih eder oldum.

Dolabımdaki giysiler, ayakakbı, sabun, diş fırçası vs arasıra ağılanırdı. İksirli ayakkabı yüzünden ayaklarımın sızladığını hatırlarım. İksirli giysiler yüzünden yüzümün bembeyaz olduğunu çok halsiz kaldığımı da çıkarabiliyorum. (son beş senedir daha yoğun olarak daha fazlasını yapıyorlar) Sıramdaki bazı ders kitapları (atlas sözlük gibi) gizli servise göre sakıncalı bulunup çalınırdı. Mesela İngilizce-Türkçe sözlüğüm, 4 kere yenisini satın almama rağmen her defasında çalınmıştı. Sınıfta oturduğum sıra bazen iksirlenirdi. Bazı girişimci zihniyetli öğrenciler "bize de harçlık lazım" deyip beni iksirleyip harçlıklarını kazanmışlar. Aralarında sınıfdaşlarım bile olduğunu sonradan öğrendim.

Okulun yemekhanesinde yemeklere benim için özel olarak iksir konulurdu. Bunların adlarını değil etkilerini çıkarabildim. Mesela bazen yemekten sonra başım döner merdiven inerken bile içim bulanır, gözlerim kararırdı. Yemekten sonra yemekhaneden sınıfa yürürken yalpalayarak yol aldığımı eski okuldaşlarım arasında hatırlayanlar olacaktır. Bazen sırama otururken gözüm kararır yıkılmamak için sıraya yapışmak zorunda kalırdım. Okuldaşlarım arasında beni çoğu zaman bembeyaz kansız bir suratla hatırlayanlar olacaktır.





Boyumu kısaltan iksirler yemeğime konulduğu günlerde müthiş bir şekilde “tuzlu yiyecekler, süt, özellikle peynir gibi şeyler” ihtiyacı duyardım. Aç bir hayvan gibi başka hiç bir şey düşünemeden bunları almaya çalışır cebimdeki parayı çabucak kantinde bunlar için tüketip okuldaşım çocuklardan yalvararak borç dilenirdim. Çok iradesiz değildim, feci şekilde ağılanmış bir çocuktum.

Bazı yemeklerden sonra müthiş iştahlı olur durmadan yemek yemek isterdim. Karaciğeri etkileyen iksirlerle bunu yapabildiklerini çok geç anladım. Bunun çaresini son iki yıldır öğrenebildim. Biraz alkollu içki düzeltebiliyor. O zamanlar bu iksir verilince, aç, hem de sabırsızca aç bir çocuk olmak dışında bir seçeneğim yoktu.

Bazı yemeklerden sonra sürekli geğiren biri olur bazılarından sonra bağırsak sancıları çekerdim. Aynı yemeği yiyen öbür çocuklarda bunun olmadığını görür utanır ezilirdim. Nerden bilebilirdim ki benim yemeklerime ağılar konulduğunu ve okulun mutfağında beni ağılamak sayesinde önemli yan gelir sahibi olan mutfak görevlileri olduğunu.

İzmir Kolejinin yatakhanesinde yatağım en çok da yastığım iksirlenirdi. Bu iksirler insanı sersemletir yüzünü sarartır, ertesi günü derslerde doğru dürüst dersleri bile takip edemez, sınıfdaşlarıma tepki bile veremeyecek kadar yarı-baygın duruma düşerdim. Yastıklara konulan iksirlerin en kötüsü, kafatası kemiklerini yavaş yavaş yamulmasına eğilmesine yol açan iksir imiş. Bunu en çok orta ikide denediler. Kafamın alın kısmı öne kayıktır, arkası iyice düzleştirilmiştir. Gizli Servisçilerin söylemine göre yüzü cepheden bana benzeyen insanlar çıksa bile yandan bana benzeyen çıkması çok zordur. Zira kafası benim kadar öne eğik insanlar, gizli servisin “hiçbir zaman kurtarmamaya karar verdiği” insanlar olurlarmış. Benim ve ablamın yastıklarına yatılı okullarda bu iksir çok fazla verildiğinden alınlarımız öne kayıktır, kafalarımızın arkası düzleştirilmiştir.

Okulun duşhanesinde yıkanmam da sorun oldu zaman zaman. Çünkü ben yıkanırsam su kesilebilirmiş veya duşhane iksirlenebilirmiş. Bu problemi, okul yöneticileri ben orta ikide iken çözümlemişler; Herkes bana “banyo saatini” haber vermeden banyo yapacakmış. Ben sıcak suyun ne zaman geleceğini hiç haber alamayacak ve duşhaneyi kullanamayacakmışım. Sıcak su haftada bir gün belli bir saatte verilirdi. Ben bu saati öğrenemeyince soğuk suyla yıkanmaya çalıştım soğuk kış günlerinde bile ve ardından iksirli esvaplarımı üzerime giymek zorunda bırakıldım soğuktan titreyerek. Orta ikiden sonra İzmir Kolejinde soğuk suyla yıkanmak zorunda kaldım çoğu zaman, veya yıkanamadım.

“Bir öğrenciye yatılı okul yaşamı nasıl zehir edilir” bunun dersini verecek insanlar gizli serviste mevcut olmalı. Ben de epeyce vakıf oldum sonradan. Bu anlattıklarımdan daha epey fazlası çıkabilir yaralı hafızamdan. Bu konuya fazla dalıp konuyu dagıtmayacağım.

Soru:Peki hiç ayrılıp daha uygun bir okula geçmek aklına gelmedi mi?

Cevap:İzmir Kolejinden ayrılmayı daima istedim. Her sene okul başlamadan önce babama Burdur'da okumak istediğimi söylemeye çalıştım. Babam her defasında kabul etmedi ve öfkeyle karşı çıkıp azarladı. Ona göre ben iyi bir okuldan, ders çalışmak zor geldiği için ayrılmak istiyordum. Kolay ve kötü okulda dalga geçmek sevdasındaydım. Zor da gelse çalışıp “iyi okul”u bitirmeliydim. Gerisini uydurma mazeret olarak algılıyordu. Acaba ayrılıp başka bir okula geçsem durum bundan farklı olur muydu. Bence olabilirdi. Burdur Lisesinde benim ağılandığımı öğrenen Burdurlu çocuklar belki de benim akrabalarıma mesela avukat olan amcama duyurabileceklerdi. Bu sansım İzmirde hiç olmadı. Bunun için hala hayıflanıyorum. Burdur Lisesinde başkalarını iksirleyip benim adıma göstermek heveslisi öğrenci velisi çok az çıkacaktı. Burdur Lisesi orta ve dar gelirli ailelerin çocuklarının okuduğu bir okuldu. İzmir Kolejinde iksirciliği bilen ve yapan pek çok varlıklı ve mevki makam sahibi insanın çocuğu vardı. Bir söyleme göre bunların 120 kadar aile benim ailemi payanda yapmayı öngördü.

Burdur dışında bir şehirde, ailemin yakınlarımın tanınmadığı bir şehirde durumun pek farklı olacağını sanmıyorum.

İzmir Kolejinden ayrılmamı istediklerini bazen uygunca bazen kaba bir şekilde bana söyleyen okuldaşlarım oldu. Yaradılışım gereği hiç karşı çıkmadım onlara. Hep istediğimi ama babamın kabul etmediğini söyledim. Bu okul devletin okulu, senin kadar benim de burada okumaya hakkım var desem çok haklı olur ama dayak yiyebilirdim. Öbür çocuklar benim yüzümden iksirlendiklerini hatta okulun yemekhanesinin de bulunduğu 4 katlı binanın tuvaletlerindeki sıhhi tesisata, sırf ben kullandığım için gizli servis görevlilerince hasar verildiğini duymuşlardı. O binanın tuvaletlerinin damı akmaya başlamıştı, bazı duvarlarında su sızıntısı görülmeye baslamıştı. 1998 yılında Bornova Anadolu lisesine uğradığımda o binanın 5 yıl önce yıkılmak zorunda kalındığını öğrendim. Ben o binanın üst katlarındaki yatakhanelerde kalmıştım ortaokul boyunca. Gizli Servis kaidelerine göre, sırf ben kullandığım icin Ethem Cangorü'nün o binaya hasar verme hakkı olduğunu duydum ve inanamadım. Empati bunun gerçek olduğunu söylüyor. O yıllarda bunu duyduğum zaman ciddiye almamıştım. Buna benzer o kadar saçma olay var ki şimdi pekala mümkün diyebilirim. Mesela HalkBank Bilgi İşlem merkezinde şube otomasyonu projesinde çalıştığım zamanlarda, Ethem Cangörü çetesinin müdahelesi ile komünikasyon cihazının arızalı olarak verilmesi sağlanmış. Çünkü Komünikasyon yazılımlarını kurmakla ben görevliydim. Öyleyse işimde başarılı olmamam sağlanmalıydı. Devletin bankasına 3 ay vakit kaybettiren bir yanlış bile olsa, bunu yapmak Ethem Cangörünün hakkıydı. (bu felsefeyi biraz açayım; devlet kurumlarında mühendis veya programcı olarak çalışırken gizli servis kaidelerine göre ağılanmam normal imiş. 1999’da uğradığım bir kamu görevlisi olan erkek kardeşim ve ailesi bile ağılanıyordu. Devletin maaş vererek çalıştırdığı memurunu ağılamak, devlete zarar vermek sayılması gerektiği halde gizli servis kaidelerine göre bunu yapmak normal sayılırmış. Yalnız insan değil, mesela benim sevdiğim bir hayvan inek at eşek köpek kedi bile iksirlenebilirmiş. (her şey mevzuaata göre) Neden benim gibi yakın takipteki şüpheli biriyle yakın ilişki kurmuş o hayvan? Öyleyse gizli servisin kitabına göre cezalandırılması normal sayılırmış. İyi niyetli ama acemi gizli servis görevlileri bu kaideyi uygulamak için önceleri bizim köyün sığırlarını ağılamışlar. Sonra tecrübe kazanıp sığırların sırtına bir sopa vurunca da kaideyi uygulamış sayılacaklarını öğrenmişler. Lise çağlarımda, Süleyman Şaşa'nın ahırımızın önünde bizim ineklere durup dururken sopa vurduğunu görüp içerlediğimi hatırlıyorum. Şimdi anlıyorum ki Süleyman Şaşa tecrübelilerindedi. Acemileri zavallı sığırları zehirliyordu. Arasıra bizim köye gelen MİT cipinden çıkan gizli servis görevlilerinden sopalarla sığırlarımızı dövenler "tecrübeli ajanlar" olmalıydı. Acemileri, çeşmenin yalağına iksir döküp bizimle ilgisi olmayanları bile, yoldan tesadüfen geçenlerin eşeklerini, masum kuşları böcekleri bilumum canlıları zehirliyordu. (Bu konuya empati sonradan itiraz etti. Tecrübeli olmakla ilgisi yokmuş. Sığırları zehirleyenler bize düşman, sığırları döverek geçiştirenler bize dost olanlarmış. Ama hepsi de vazifesini yapmışlar ve aynı kurala sadık kalmışlar; Yakın takip altındaki şüpheli şahsa sütünü veren ineği cezalandırmışlar. İtiraf edeyim ki empati olmasaydı bu olasılıkları havsalamla çıkarmam imkansızdı. Nedeni konusunda rivayetler muhtelif, ama şurası kesin; Vazife gereği MİT ajanları, sığırları ve eşekleri bile döverek veya iksirleyerek cezalandırabilirlermiş.)

İzmir Kolejindeki son yılımda 1971-72 ders yılında okul yönetimindeki değişiklik yüzünden beni okuldan ayırmak isteyenler çoğalmış. Bana özellikle sataşan birkaç öğrenciyi hatırlıyorum. Bazıları yakınlarımın gizli servis görevlilerince çekilmiş çıplak resimlerini bile ellerinde dolaştırabildi. Bu öğrencilerin yakınları beni ve bazı yakınlarımı kalkan ve payanda olarak kullanma hakkına sahip olmuşlar Mehmet Eymürün izniyle. Başkalarına iksir verdirmeleri, sonra da bunu ben ve yakın akrabalarım adına yapılmış gösterilmesi bize iyilik sayıldığından, karşılık olarak bir de kötülük yapmaları gerekiyormuş. Ellerinde yakınlarımın çıplak resimleriyle dolaşan bu çocuklar böylece iyiliklerine karşılık bana ceza vermişlermiş.

İzmir Kolejinde son 2 ayımda iksirlenme yüzünden hiç bir şeye yoğunlaşamadım, ders bile çalışamadım. Gün saydım durdum okulun kapanması için. Üniversiteyi İzmir dışında bir şehirde mesela Ankarada okumaya karar verdim.

1972 yazında üniversite sınavı için bir gün önce geldiğim İzmirde kalacak otel bulamadım. En kötü otel bile okuldaşlarımdan birini merdiven altına bir yatak serip kabul edebiliyor ama beni kabul etmiyordu. Bu tür güçlükleri gizli servisçiler çıkarmayı çok seviyorlardı. Akşama kadar bütün gün Temmuz sıcağında panik halinde İzmirde otel aradım durdum. Akşam vücudumun heryeri yanıyordu. Bir öğretmenimden izin alarak okulun yatakhanesinde boş bir yatağa uzanıp hiç uyuyamadan sabahı bulmuştum. Çünkü 4 gün önce uykusuzluk veren iksirler verilmişti ve 4 gündür gözüme bir damla bile uyku girmemişti. O koşullarda girmiştim üniversite giriş sınavına.

1972 de başladığım ODTÜ yıllarım ise çok daha zor koşullar altında geçti. Hep barınacak huzurlu bir yer aradım durdum. Resmen 29 yurt odası,(gayrı resmi 33 yurt odası), 4 ev, iki otel değiştirmek zorunda kaldım. Dar gelirli bir ilkokul öğretmeni olan babamın mali imkanlarını çok zorladım okuyabilmek için.

ODTÜ’de beni sürekli rahatsız eden gizli servis görevlileri üzerime verilirdi. Bazı “öğrenci gizli servis görevlileri” de harçlıklarını çıkarmayı seviyorlardı beni iksirleyerek. Yarı baygın geçti çoğu günlerim. Bir sınıftan çıkar şimdi nereye gidecektim, ne yapacaktım diye dakikalarca düsünürdüm bazen. Çünkü hafızamı iyice zayıflatan iksirleri kafeteryada, kantinlerde sürekli veriyorlardı. Bazen iyice uyuşuk yapan, bazen günlerce uykusuz bırakan, halsiz takatsiz bırakan, veya algılamayı konuşmayı iyice yavaşlatan, veya aşırı öfkelendiren, veya aşırı tedirgin yapan, veya durmadan eklemleri kolları bacakları oynatma gereğini duymama sebep olan, bazen efemine bir görünüm almama sebep olan (hormonlarla oynayarak), titreyerek konuşmama neden olan, bağırsak sancısı veren ve daha türlü türlü sağlığımı, sinir sistemimi, beynimi, psikolojik dengemi alt üst eden iksirlemeler sürekli yapıldı durdu.

ODTÜ yıllarımı uzun uzun hikaye edip konuyu uzatmayacağım. İzmirde beni yarım yarım okuyabilecek duruma getirmişlerdi. ODTÜ'de bunu yapamadılar veya yapmak istemediler. ODTÜ’de İzmir Koleji yıllarımdan çok daha ağır şekilde iksirlendim.

ODTÜ’yü bitirdiğimde iş bulmak konusunda çok zorlandım. Bana benzer durumu olan okuldaşlarım çok kolay iş buluyordu. Ben bulamıyordum. Çok sonra anladım ki ben ancak gizli servis görevlilerinin rızası olursa iş bulabilirim. Ve yine gizli servis görevlilerinin iradesiyle işten atılırım veya ayrılmayı seçmek zorunda kalırım.

Amerikan ITT firması birçok ODTÜ Elektrik mezununu alıyordu. Beni de kabul ettiler. Firma yetkilisi 1982 yılının Ekim ayı için pasaportunuzu hazırlayın denmişti. Sonbahara kadar iyi kötü idare ettim. Sonbaharda öbür çocuklar gitti bana hayır dediler. Gizli servis benim Amerikaya gitmemi uygun bulmamıştı. Neden kabul edilmediğimi o günlerde hiç anlayamadım.

Bir işe girdiğim zaman en fazla 3 ay içinde beni özel olarak iksirlemek için biri yakınıma verilir, masamı, çekmecemi, çayımı, hatta bazen esvaplarımı bile iksirlerdi. Eğer onun “çıkış”larını alamazsam bana hakaret dahil, taciz edici davranışlara sıra gelirdi. Bir zaman sonra hiç neden yokken meslektaşlarım benden uzak durmaya başlardı. Herkes benim etrafımdaki tehlikenin kokusunu almış olurdu. Bir hasbihal ettiler diye ağılanacaklarsa niye bana yakın dursunlar, doğrusunu yapmışlar demek zorundayım. Bu yüzden hiçbir işte düzgün bir performansım, sağlıklı çevre ilişkilerim olamadı.

Bir yandan da evim eşyalarım yiyeceklerim iksirlenirdi.

Bir işte bir süre çalışınca, rahatsız eden gizli servis görevlileri yüzünden iyice tadım kaçar, kendime yeni bir iş aramaya başlardım. Güçlükle bulduğum işlerde benimle uğraşan gizli servis görevlileri yüzünden çok güç durumlara düşürülürdüm. Bir kaç yıl içinde şöhretim işyerlerinde yayıldı. Türkiyede iş bulma şansımın tükendiği kanısındaydım. Sonunda 1988 Haziranında Avustralya’ya göçtüm.

Benim arkamdan birkaç hafta içinde Dursun Candemir, Füsun Candaner, Ferit Ergin ve daha bazı gizli servis görevlileri Avustralyaya “yakın takip” görevlerini yapmaya geldiler. Avustralyada ilk işimde meslektaşlarım bir haftada durumumu öğrendiler ve dehşete kapılanlar bile olduğunu sonradan öğrendim.

Avustralyada bile daima işyerimde beni iksirleyecek Avustralyalı insanları ayarladılar. Her işimde bir süre sonra çevre ilişkilerimi bozup, güç duruma düşürmeyi bildiler.

İşyerimde beni güç duruma düşürmenin çok değişik yöntemlerini biliyorlardı Bir örnek vermek istiyorum; Avustralyada ilk işyerimde iyi kötü anlaştığım mesai arkadaşım birden tavrını değiştirdi, bana ağzını bozmaya başladı. Müdürle konuşup benim derhal işten atılma kararımın alınmasını sağladı. Daha ben nedenini bile bilmiyordum. Meğer benim sesimle kendisine ve galiba müdüre hakaretler edilmişti. Bereket, durumu öğrenen karşı gurup ben işyerimde iken telefonda benim sesimle mesai arkadaşımla ve müdürle konuşup durumu anlamalarını sağlamış. (benim sesimi taklit edebilen bir hayli ajanları mevcut) Bunun gibi durumlar yüzünden her an bir mesai arkadaşım tarafından saldırıya bile uğrayabilirdim. Durup duruken bana bağıran kızanları çok sonradan anlıyabildim. Benim sesimle kendilerine küfür edilmişti, sataşılmıştı.

Bu kısmı detaylandırıp konuyu uzatmak istemiyorum.

Avustralyadaki çalısma hayatım Türkiyedekinden farklı olmadı. Sinir törpüleyen olaylar sürdü gitti. 1991 den itibaren buna bir de Türkçe konuşanların öldürme tehditleri eklendi. Gerisini daha detaylı olarak 1992’den itibaren ayrı bir başlık altında anlattım.


Not:

Bana yapılan bazı uygulamalar gizli servis görevlilerine yapılabilen şeylermiş. Mesela ben 1999 yılında MİT’in Yenimahalle kampusu kapısı önünde kapıdaki görevliye derdimi anlatırken 6 dakika icinde 4 kişi kapıya çıkarıldı ve önümde sağ ellerinde cep telefonlarıyla gözleri bende poz verdiler. Bu 4 kişi beni otobüslerde iksirleyen insanlardı. 1999 yılında Sydney Konsolosluğunda 2 görevli bahçede gözleri bana yönelik 16 dişlerini göstererek katır kişnemesi takliti yaptırıldılar. Bunlar beni Sydneyde iksirleten insanlarmış.


1992 İLE 1996 YILLARI ARASI OLAYLAR


Çevremdeki bu çirkin olayların gerçek mahiyetini 1995’te çıkarmaya başladım. Daha evvel bu tür olayların, talihsiz rastlantıların sonuçları olduğunu sanırdım. Olayların yoğunlaşmaya başladığı 1992 yılından başlayarak özetlemek istiyorum.

Avustralyaya göc ettigim 1988 haziranın son günlerinden itibaren 1993 Aralık ayında Türkiyeye dönene kadar Sydneyde oturmuştum.

1992 yılında Avustralya'nın Sydney şehrinde oturuyordum. Birdenbire ve yoğun bir şekilde bana yönelik sataşmalar başladı. Sataşanlar Türkce konuşan insanlardı ve yol ortasında veya genel mekanlarda sataşıyorlardı. Çalıştığım işyerinde de İngilizce konuşan insanlar sataşmaya başladı. İkinciler daha çok Avustralyalılardı. Bol bol alay ediyorlar, hakaret ediyorlardı. Arzu Koç adında bir bayan adına sövüyorlardı. Benim o bayana hakaret ettiğimi bu yüzden de onların bana hakaret etmeye hakları olduğunu söylüyorlardı. Halbuki o bayanla üniversite yıllarında 1.5 yıl kadar, haftada veya ayda bir defa karşılaşınca selamlaşmak dışında herhangi bir münasebetim yakınlığım olmamıştı. Bu hakaretlere bir anlam veremedim.

Melbourne şehrine yerleşip bu insanlardan kurtulmak istedim.

9-11-1992 tarihinde Melbourne’da "Telecom Australia"da analist/programcı olarak çalısmaya başladım. Bir süre sonra hem çalıstığım işyerinde hem de kaldığım pansiyonda rahatsız edilmeye başlandım. Kurtuluşu hem çalıştığım yeri hem de kaldığım pansiyonu değistirerek bulacağımı sandım. Yeni işyerim NAB’ye 9-2-1993’te başladım. Bir gün akşamüzeri alacakaranlıkta eve dönerken oturduğum apartmanın bahçe kapısının önünde bir tanesi eli tabancalı olmak üzere birkaç tane adam gölgesi gördüm. Adamlardan bir tanesi Türkçe olarak “hah geliyor, işte yaklaşsın da vuralım” dedi. Hızımı değiştirmeden hemen önümdeki apartmanın garaj kapısına saptım. Görüntü alanlarından çıkınca koşar adım apartmana girdim. Dehşete kapılmıstım. Sakinleştikten sonra ne yapacağıma karar vermeye çalıştım. Adamların kim olduklarını çıkaramamıştım. Polise gitsem sonuç alamayacağımı biliyordum. Bunu daha önce denemiş ve inandıramamıştım. 92 yılında, Polise, Sydneyin Hazelbrook semtinde evimin arka bahcesinde tüfekle bana nişan alındığını şikayet etmiştim. Polise isim de verdiğim halde sonuç alamamıştım. Aynı olayı birkaç Türk asıllı Avustralya’lıya anlatmaya çalıştığımda kimse inanmak istememişti. Bu olayı anlattığımda da inandıramayacaktım.

Yapacak fazla bir şeyim yoktu. Saklanacak yerim de yoktu. Dünyanın hiçbir yerinde beni koruyacak güçlü bir dostum da yoktu. Tedirgin ve şaşkındım. Aklıma gelen ilk tedbir karanlıkta yolumu kesmemeleri için işe gidip gelirken karanlığa kalmamaya çalısmak oldu.

Silahlı insanların saldırısı olabileceğini düşünürken, yeniden sözlü saldırılar basladı. Sokakta sürüler halinde Türkce konuşan insanlar bana sövüyordu. Özellikle ailemdeki bayanları hedef alan alaylar, hakaretler, çok ağır sövgüler dolu sözler sarfediyorlardı. Bu adamların amaçları beni küçültmekti, aşağılamaktı. (Bu insanların terbiyeleri ve görgüleri sıradan insanların terbiye ve görgüsünden çok farklı olmalı. Bu hakaretleri sataşmaları yaptıran gizli servis görevlisinden davacı olmayı çok isterim. Ama gizli servis delil sunmazsa söylediklerim havada kalır. Maalesef bugüne kadar çıkardığım sonuç hiç ümit verici değil. Gizli servistekilerin görgüsüne göre “hakaret filan olağan şeyler, davası mavası olmaz”.) Hakaretler, alay ile karışık sövmeler arasında beni öldürmekten bahsediyorlardı. Arzu Koç’un arkadaşı olduklarını, Bülent Doğruyol için beni öldürebileceklerini söylüyorlardı. İşyerinde bir Avustralyalı programcı da bana uluorta sövmeye başladı. Ben de sinirlenip karşı çıkınca işime son verdiler.

10 gün kadar işsiz kaldıktan sonra Brisbane şehrinde iş buldum. Bu şehirde çok az Türk vardı. Böylece “rahatsız edilmem” ihtimali çok daha az olacaktı. 5 Mayıs 1993’te yeni işime başladım. Umduğum gibi olmadı. Bu şehirde de sataşmalar başladı. Yolda yolakta Türkçe konuşan insanlar, “beni vurmak"tan söz ediyorlardı. Kiraladığım evin salonunu tepeden gören bir daireyi kiraladıklarını farkettim. Bir gün balkonlarında ayaküstü çene çalan iki kişinin Türkçe olarak “beni oradan nişan alıp vurabileceklerini” söylerken işittim ve dehşete kapıldım..

Brisbane’da bir gün eve gitmek için bindiğim otobüste tam arkamdaki koltuğa iki garip kıyafetli şahıs oturdu. Bunlardan biri Erkan Gürvit'in yakın akrabası Coşkun Ayazoğlu modeline çok uygun idi. Diğeri de Coşkun'un yakın arkadaşı Bülent Doğruyol modeline uygun idi. Ben ininince onlar da indiler. Evime doğru yürürken takip ettiler. Evimin bulunduğu sokağın girişinde, 10 metre kadar arkamda Bülent Doğruyol benzeri olanı, Türkçe olarak “kimse yok işte vuralım” dedi. Obürü “bırak ya, bu adam bize birşey yapamaz” dedi. Arkama baktığımda Bülent Doğruyol benzeri adamın yere çökmüş ve elindeki tabancayla bana nişan almış olduğunu gördüm. Koşar adım evime sığındım. Yolda yolaktaki sataşmalar palavra değildi demek. Panik içinde polise şikayet ettim. Polisler söylediklerimi pek inandırıcı bulmadılar ve somut kanıtlar olmadan vakitlerini harcamamamı istediler. Aksi takdirde sarfettikleri zamanın karşılığı olan parayı benden tahsil edeceklerini söylediler. Yalancı muamelesi görmüştüm. Büyük bir hayal kırıklığına uğramıştım.

Sydney ve Melbourne’dan sonra Brisbane’da da aynı sataşmalar öldürme tehditleri sürüyordu. Türklerin çok az olduğu şehirlere gitsem bile durum değişmiyordu. Polisi inandıramıyor hatta yalancı muamelesi görüyordum.

Yolda yolakta sataşanlar arasında Melbourne’da bana sataşanlardan 2 tanesi, Sydneyden de 1 tanesini çıkarabildim. Ayrıca Bülent Doğruyol kılığına girmiş birisi de vardı (o zamanlar sahicisi olduğunu sanıyordum). “Sydneyde iken PKK’cılar hakkında olumsuz sözler sarfetmişsin, sana çok kızmışlar, adamların şakaları yok, onlar icin birkaç uygun laf söyle de duysunlar, yoksa seni dövebilirler hatta vurabilirler bile” mealinde uyarılar yaptılar. Genellikle karşı kaldırımdan ya da 5, 6 metre uzaktan konuşuyorlardı. "Bir de PKK’cılar mı çıktı başıma” diye iyice telaşlandım. PKK’cılara uygun birkaç söz sarfettim. Amacım PKK’cıların kötülüğünden sakınmaktı. PKK’cılara hiçbir zaman sempati duymadım ve katılmam da mümkün değil. Avustralya’da da hiç PKK’cı tanımadım.

Bu konuyu, çok sonra, yeniden değerlendirdiğimde çok daha acı sonuçlara vardım. Yıllarca beni ve ailemi kalkan ve payanda olarak kullanan insanlar benim yakın takipten kurtulmamamı sağlamak istiyorlardı. Yakın takip altında tutmak için de düzmece gerekçelerini beni korkutarak, kızdırarak, teşvik ederek yaratmaya çalışıyorlardı. Bunlar Füsun Candaner, Ferit Ergin, Erdin Günçe, Şinasi Önde, Bülent Doğruyol gibileri ve uzantılarıydı. En büyükleri de Erkan Gürvitti. (Bizi payanda ve kalkan olarak kuşananlar, bunu bizim bilgimiz ve irademiz dışında yapıyorlardı. Böyle bir şeye biz razı olmayacaktık ve şikayetçi olacaktık, onun için durumu 87 yıldır 3 nesil hiç anlamamızı sağladılar.)

Kendimi korumak için ne yapacağıma kafa yormaya çalıstım. Kendime bir silah satın alsam belki faydalı olur diye düşündüm. Bir gün Brisbane'de Polis karakoluna gidip kendimi korumak icin silah ruhsatı istedim. Sadece evimde bulundurma için ruhsat verilebileceğini, bunun için de gerekçemin uygun bulunması gerektiğini söylediler. Gerekçemi anlattığımda uygun bulunmadı, ama öldürülebileceğimi, peşimdeki adamların bir kaç kez silah bile çıkardıklarını anlatıp yalvarınca verilebileceği söylendi. İstedikleri evrakları hazırlayıp tekrar gittiğimde her nedense veremeyeceklerini söylediler. Demek Polis, peşimdekiler tarafından kandırılmıştı. Bir rivayete göre “eski bir mahkumdur, eski bir ajandır, çok tehlikelidir, adam öldürebilir, silah izni vermeyin” denilmişti. Bunların doğru olmadığını çevremde duyurmaya çalıştım. Ama kimse bana sormuyor, duydukları hakkında çekimser kalmayı yeğliyordu. Polis dahil kimse benim derdimi anlamıyordu.

Moralim iyice bozulmuştu. Olayın vahametini hiç kimseye anlatamıyordum. Hiç olmazsa eski tanıdıklarıma biraz yakınabilirdim. Türkiye’de yaşayan eski bir arkadaşıma telefon edip dert yandım ve ağladım. Arkadaşım teselli etmeye çalıştı, “sakin ol, dinlen biraz, tatile çık” filan dedi.

Brisbane’da beni tanıyan yok sayılırdı. Sydney’de beni uzaktan da olsa tanıyanlar vardı. Oraya dönmeye karar verdim.

31-8-1993’te Sydney’e dönüp, küçük bir yazılımevinde 1 ay kadar çalışmayı denedim. İşe gidip gelirken bile yolda, trende sataşıyorlardı. Bir yandan da satın aldığım yiyecek içecek iksirleniyordu. Dayanamayıp işten ayrıldım. Sadece sokaklar, alışveriş yerleri değil, evim bile güvenli değildi. Kaldığım eve sürekli giriliyordu. Yerimi değiştirdim. Yeni yerime de girmeyi sürdürdüler. Kimselerin olmadığı, sadece araba trafiğinin olduğu bir yolda (Avustralyada banliyölerdeki arayollarda çokca rastlanan bir durumdur) yürürken, bir arabanın içinden üzerime silah doğrultuldu ve boşa tetik çekildi. Can havliyle trafiğin içine doğru koştum, bana çarpmamak için acı fren yapmak zorunda kalan arabaların dikkatini çekmeyi düşünmüştüm. Yoksa silahı düzeltip tekrar ateş etmeyi deneyebilirlerdi. Ertesi gün “trafiğin içine doğru koştuğum için diğer arabaların dikkatini çektiğimi ve kurtulduğumu, yoksa vurabileceklerini” söylediler.

Başka bir gün “geceyarısı biri gelip seni vuracak” diye haber verildi. Kaldığım ev zemin kattaydı ve bahçe duvarı bile yoktu. Bir gün gece yarısı odamın penceresinde kısa boylu bir adam gölgesi belirdi, içeriye bir süre baktı. Ölümün çok yakın olduğunu hissettim, ama hislerimi dondurabildim. Korkuyla çığlık atarak, yalvararak ölmektense, sessiz kısa bir ölüm diledim. Sonraki günlerde, o gece o adamın pencerede bana tabanca doğrulttuğu söylendi.

Yolda yolakta hakaretle karışık alay etmeler de sürüyordu. Beni öldüreceklerini, Türkiyedeki arkadaşlarının da ailemi öldüreceklerini söylüyorlardı. Özel dedektif vasıtasıyla Sydneydeki telefon santrallerinde adam ayarlayıp benim telefonumu kontrol altına aldıklarını geç de olsa anlayabildim. Babamla veya kardeşimle telefonda konuşurken, babamın kardeşimin sesini çıkarabilen adamlarını devreye sokarak, onların sesiyle bana hakaret ettirdiler.

Gizli Servis görevlileri benimle kedinin ile fare ile oynadığı gibi oynuyorlardı. Bu görevlilerden bir kısmı kötü adamı oynarken, 2, 3 tanesi de iyi adam rolünü oynayıp bana “tuzak tavsiyeler”de bulunuyordu. Mesela “ASALA yanlısı Ermenilere sığın, ben Ermeni asıllıyım ve onlara yakınım, durumunu anlattım, seni kurtaracaklar” diyen biri çıkabiliyordu. Başka biri de “PKK’ya sığın, Kuzey Irak’a kaç, orda PKK’cılar seni bu adamlardan kurtarır, ben Kürdüm, PKK’lılar durumunu biliyor, sana sahip çıkacaklar” diyebiliyordu. “Sydney’in Blacktown semtinde eski devrimciler var, onlara sığın, onların birkaçı bunların onbeşini kaçırtır” diyen biri bile oldu. “CIA’ya gir kurtul”, “Türkiye’ye git gizli servis ajanı ol kurtul” denildiğini bile hatırlıyorum.

Avustralya’da bana ağır hakaretler eden, yakınım bayanlar hakkında en hayasızca en iğrenç lafları edebilen bu insanlar, Arzu Koç için hakaret ettiklerini söylüyorlar, Bülent Doğruyol için beni öldürebileceklerini söylüyorlardı. Ve bana “PKK’ya sığın kurtul”, “ASALA’ya sığın kurtul”, “eski devrimcilere sığın kurtul”, gibi tuzak tavsiyeleri yapanlarla aynı insanlardı. Bu tuzak tavsiyelerin benzerleri 1994 yılında ve 1995 yılı başlarında Türkiyede de yapıldı.

[Çok sonra bu "tuzak tavsiyeler"in gerçek mahiyetini daha iyi anladım. 1950”li yıllarda Türk istihbarat örgütünün elemanlarının maaşlarını bile Amerikalılar verirdi. Menderesin yakın adamı Ahmet Salih Korur”un anılarında bu konuda ilginç olaylar anlatılır. Amerikalılara çalısmak konusunda Mazhar Eymür”un bir istisna teşkil edeceğini sanmıyorum. Beni CIA”ya kaçırtmak isteyenler muhtemelen Mehmet Eymür”cüler idi. Belki de Amerikada korumaya aldırmaktı niyetleri. Elbette “kaçak Türk ajanı” olarak. Bunu sağlayabilecek Amerikalılar Mehmet Eymür”ün baba dostları arasında bulunacaktı herhalde. Ben ve ailemin iksirlenmesine neden olan Ermeni kökenli ajanlar ASALACI”lara kaçırtmak, PKK konusunda çalısan ajanlar PKK”ya kacırtmak istemiş olmalılar. Beni kurtarmak değildi amaçları, kendilerini kurtarmaktı. Süleyman Demirel”in koruma müdürü Hayrettin Gökdemir”in arkadaşları İbrahim Aksoylu diye birisinin ajan olmadığını, bazı sahtekarların kirli işlerini onun adına gösterdiklerini keşfetmişti. Tersini ispatlamak isteyenler, beni “kaçak ajan” göstermenin formülünü bulmak için ASALA”ya PKK”ya, CIA”ye kaçırtmak istediler. Şinasi Önde ve Bülent Dogruyol”un arkadaşları da bu mizansende yerlerini aldılar.]

Bu insanların ilginç bir tavsiyesi de “Türkiye’deki akrabalarının Avustralya’ya göçmesini sağla, içlerinden silah kullanmayı bilenleri sana yardımcı olur” idi. Art niyetleri galiba bütün yakınlarımı benim gibi Avustralya’da savunmasız bırakmaktı. Yakınlarımın Avustralya’ya göçmelerinin bana da, yakınlarıma da hiçbir yararı olamayacaktı. Teklif bile etmedim. Zaten gizli servisçilerin yapacakları saldırı, silahlı saldırı olmayacaktı. İksirleyerek doğal ölüm görüntüsü altında öldüreceklerdi. Bunu da sonra öğrendim.

Bir süre sonra hepsi kayboldu. İnsanlar benden uzak duruyordu. Tecrit olmuştum. Hiç tanımadığım birisi, yolda Türkce olarak “sana burda hayat yok, Türkiye’ye git” diye bağırdı. 20 Aralık 1993’te Türkiye’ye gitmek için alelacele Singapur uçağına bindim. Singapurda, İstanbula bileti 2 gün sonrasına bulabildim. Türkiye’ye geldiğimde zihnim iyice yavaşlamıştı ve çok yorgundum. Yolda bile iksirlemişlerdi. Singapurda kaldığım otelde getirilen kahvaltı bile iksirliydi.

Ankara’da beni sekiz senedir görmediğim en son 15 yaşında gördüğüm, (sekiz senedir ailemden hiçkimseyle görüşmemiştim ) yeğenim karşıladı. Birkaç gün sonra gerçek yeğenimi görünce ilkinin gizli servis görevlisi olduğunu anladım. Yeğenime makyajla benzemeye çalışan gizli servis gorevlisi genç bayan yeğenime göre daha koyu renk tenli ve saçlıydı. Dişleri de daha farklıcaydı. Yeğenim yerine oynayan gizli servis görevlisi lokantada beni iyice iksirletmişti. Gerçek yeğenim bu hikayeye hiç inanmadığı gibi benim hayal gördüğümü söylüyordu. Burdur’daki ailemin yanına geldiğimde, kendilerine benim sesimle abuk sabuk telefonlar edildiğinden, hepsinin de bende bir akıl hastalığı olabileceğine inandıklarını çıkardım. Ben ise kendimden emindim. Ailemi rahatlatmak için bir genel check-up yaptırmakta mahzur görmedim. Avustralya’da üzerime birkaç defa silah doğrultulmuştu. Ölümle burun buruna olduğumu sandığım o şartlarda bile soğukkanlılığımı koruyabilmiştim. Bende paranoid sizofreni olmadığından emindim. Gölbaşındaki Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri kliniğinde benimle 1 dakika mülakat yapan 2 doktor kenara çekilip kendi aralarında alçak sesle “bir şeyi yok ama MİT onun hastaneye kapatılmasını istiyor” diye konuştular. O sırada içeriye Zeki adında bir doktor girdi ve diğer 2 doktor ayrıldı. Doktor Zeki benimle 2 dakika konuştuktan sonra yatırmaya karar verdi. Çok şaşırmıştım. Anlattıklarım hayal mahsulü değildi. Bütün ısrarlarıma rağmen beni akıl hastanesinde 5 hafta iksirletmek için kapatan bu doktor ve suç ortağı gizli servis görevlilerinden şikayetçiyim.

Benim arkamdan, “sözde akıl hastası” veya “sağlık görevlisi” olarak epeyce gizli servis görevlisi hastanede görev aldı. Bunlar beni bol bol iksirleyerek cüzdanlarını doldurdular. Beynime ve sinir sistemime bir hayli zarar vermiş olmaları muhtemeldir. İksirlemenin etkisiyle bir ara, bir tarafıma iyice yamılarak yürümek zorunda kaldım. Dozu biraz artırıp felç de yapabilirlermiş. İğneyi yapan görevlinin kaba konuşmalarından bir hayli eğlendiği belli oluyordu. Akıl hastanesi bir işkencehaneydi. Epey sonra, paranoid şizofrenlere verilen ilaçların beyin hücrelerin bir kısmını zayıflatan, öldüren ilaçlar olduğunu öğrendim. Beyni sağlam olan İbrahim Aksoylu’nun beyin hücrelerinin bir kısmını öldürerek, bazı gizli servis görevlilerinin hatalarının suçlarının ortaya çıkmasını önlemiş oldular. Bana paranoid şizofren teşhisi konulunca, kimse benim anlattıklarıma inanmadı. “Onu kim CIA’ya göndermek istesin, PKK, ASALA onu ne yapacakmış, akıl hastasıymış, hayal görüyor zavallı “ deyip geçtiler.

Sanırım, akıl hastanesinden, devreye giren iyi niyetli gizli servis görevlileri sayesinde kurtuldum. Hastanede beş hafta “tutuklu” kaldıktan sonra babamın yanında ikibuçuk ay tutukluluk başladı. Benim akıl hastası olduğumu söylüyor, aksini söyleyince, yeniden akıl hastanesine yatırmaktan bahsediyordu.

15 Temmuz 1994’de yirmibeşbin AUD dolandırılmam ile ile ilgili olarak ifade vermek üzere Sydney’e gittim. Duruşmadan sonra bir Türk’e gidip konuşmak istedim. Adam hoşgeldin bile demeden hakaret edip kovdu. Sonradan anladım ki kendini ve ailesini korumak için öyle davranmak zorundaydı. Bana hakaret etmek istemeyen Türk tanıdıklarım evlerini telefonlarını değiştirmek ve benimle karşılaşmamak zorundaydı. Onları sıkıntıya sokmamak için artık kimseyi aramamaya karar verdim. 26 Temmuz 1994’de Türkiye’ye geri döndüm. Ankara’ya yerleştim.

Bu tarihten 1995 yılının başlarına kadar “gizli servis görevlileri” olduğunu sandığım şahıslar tarafından mütemadiyen taciz edildim ve iksirlendim.

Gizli servis görevlisi oldunu sandığım şahıslar bana “CIA’ya girersem beni öldürmek isteyenlerden kurtulacağımı aksi takdirde öldürüleceğimi veya kaçırılacağımı hatta tecavüz edileceğimi” söylediler. Başka bir grup “PKK’ya Kuzey Irak’a geçmemi, PKK’lıların beni Türk gizli servisinden koruyacağını, benim de onlara İngilizcemle faydalı olabileceğimi” söyledi. Başka bir söylem de “Avustralya’da onbeş kadar düşmanın, kırk kadar dostun var, sen burdan birkaç Rum asıllı Türk ajanını Avustralya’ya götür onlar seni korusun” idi. Bu söylemi güçlendirmek için yol üzerinde “ezilen horlanan Rum asıllı Türk ajanı” rolünde şahıslar çıkarıldı. Bu şahıslar kendilerini acındırdılar ve MIT'de hakarete uğradıklarından aşağılandıklarından dert yandılar. Kendilerini Avustralya'ya götürmekte yardımcı olmamı, karşılığında beni Bülent Doğruyol'un adamlarından koruyabileceklerini dillendirdiler. Bu şahıslar belli ki Rum asıllı bile değillerdi, beni tuzağa düşürmeye çalışıyorlardı.

Yolda yolakta ajanların görgüsune göre davranan bazı görevliler de beni politika için düşündüklerini, Tansu Çiller’in yerine DYP genel başkanı yapmak istediklerini söylediler. Önceleri aklım başımdaydı. “Politika düşünseydim önce delege olabilmek için çalışır, sonra yavaş yavaş encümen üyesi, milletvekili adaylığını düşünürdüm, ama liderlik çok özel bir iş, bana göre değil” dedim. Şakaya ciddi karşılık vermiştim. Bir ara şaka ile karışık “ ne yapayım ben başbakanlığı, yolda sakız çiğneyemezsin, ıslık çalamazsın, projektörler üzerinde olur” diye cevap verdim.

Maalesef bir süre sonra iksirle beynimi iyice zayıflatıp, empati ile beynime hakim oldular. Ve ben kendimi başbakan adayı, Tansu Çiller’in rakibi sanmaya başladım. Bir yandan da bana “beni öldürtmeye çalışanın Tansu Çiller olduğunu” söylemeye başladılar. Birbiriyle çeliskili, tutarsız hatta komik pek çok senaryo üretip bana sözle ve empati ile aktardılar.

Bana aktarılan ya da empati ile beynime verilen senaryolar, söylemler arasında şöyle şeyler de vardı; “CIA Türkiye’yi yönetiyor. CIA’nın Türkiye masası şefi Reha Oğuz Türkkan. Onun yeri Amerikada. Amerikalılar seni onun yerine istiyor. Onun altında Sönmez Köksal var. Biz seni Tansu Çiller’in yerine başbakan yapmak istiyoruz. Çünkü sen dunyanın en zeki adamısın. Ama Tansu Çiller seni öldürebilir. Biz seni koruyacağız. Sönmez Köksal Dışişleri Bakanı olmak istiyor. Başbakan olunca onu Dışişleri Bakanı yapacaksan seni destekleyecek. Sen onu Dışişleri Bakanı yapacağını söyle.”

Başka bir sefer de “Tansu Hanım senin şiirlerini çalmış, şiir kitabı çıkaracakmış. Sen dünyanın en büyük şairisin. Şiirlerini korumak için CIA’ya gir" dediler.

“CIA tarafından kaçırılacaksın, öldürüleceksin” uyarısı “bundan kurtulmak için CIA’ya gir” uyarısı, “PKK’ya sığın kurtul” uyarısı, “Ermeni ASALA'ya sığın kurtul” uyarısı, “Rum asıllı Türk ajanlarını Avustralyaya götür seni korusunlar” uyarısı bir defa değil, ısrarlı bir şekilde tekrar tekrar yapıldı.

Empati ve iksirlemenin etkisiyle sersemleyip zaman zaman bu saçma mizansenlerin etkisi altında kaldım. O günlerdeki konuşmalarım gizli servis tarafından kaydedilmiştir herhalde. Şimdi dinlesem, ben bile çok gülebilirim belki, ama o günleri yaşarken hiç komik değildi, çok acı vericiydi. Beynim iksirlerle yavaşlatılmış yarı baygın hale getirilmiş, empati ile esir alınmıştı. Sürekli ölüme çok yakın olduğumu, kaçırılacağımı düşünüyordum. Gizli servisçiler için çok eğlendirici olabilirdi belki, ama benim için işkenceydi.

1994 ve 1995 yıllarında bana uygulanan empati o kadar şiddetliydi ki beynimi zaman zaman tamamen kontrol altına aldı. (Empati kamuoyunda çok az bilinen bir elektronik işkence biçimi. Hedefledikleri insanın düşüncelerine elektronik dalgalarla hakim olabiliyorlar. Daha doğrusu senin yerine onlar düşünüyorlar. Buna empati dendiğini çok geç öğrendim. Sinir sistemine hakim olup vücudumun herhangi bir bölgesine acı sızı kaşınma gibi hisler verebiliyorlar, buna da telekinetik dendiğini duydum.) O dönemde ve empati etkisi altında olduğum dönemlerde yaptığım konuşmalardan, davranışlardan sorumlu tutulmamam gerekir.

Sonraki aylarda zaman zaman Tansu Çiller için olumsuz sözler sarfettiğimi ima eden insanlar ve Kürtçülüğü öven insanlar karşıma çıkarıldı. Bu insanlar çok muhtemelen gizli servis görevlileriydiler. Durup dururken bir taksi şöförü, ya da yol üzeri adres sorduğum tanımadığım biri, Tansu Çiller aleyhinde esip savurmaya başlıyordu veya Kürtçülüğü övüyor Kürtçüler lehinde ateşli nutuklar çekmeye, hatta benden de onay aldığını ima eden çıkışlar yapmaya çalışıyordu. Gizli servis anlayışına göre Tansu Çiller düşmanı olmadığımı veya Kürtçü olmadığımı kanıtlayabilmem için adama hakaret edip susturmam gerekiyormuş. Hatta bir de dayak atarsam daha da inandırıcı olur, iyice ikna olurlarmış. Benim görgüme göre, bu durumlarda gereksiz sürtüşmelerden kaçınılır. Ya çekimser kalınır veya “olabilir belki” mealinde adama ters gelmeyecek bir iki söz edilip savuşturulur. Hiçkimseyle sözlü veya fiziksel sürtüşmeye girmekten hoşlanmadığım gibi, doğduğum günden beri gizli servis tarafından iksirlenmekten dolayı, bedenim fiziksel sürtüşmeye fazla uygun değil. Hem, bir devlet adamını uluorta kötüleyen birisinin söyledikleri beni bağlamaz. Hiçbir devlet adamına husumet duymadığım gibi siyaset konusunda bilgim de ilgim de yok sayılır. Beni uyarmak için devlet adamları hakkında esip savurup shov yapan gizli servis görevlilerine göre olamadığım için üzgünüm. Ne yazık ki benim gibi “sokaktaki herhangi bir insan”dan “çizgi film kahramanı” rolü istemelerini pek makul bulamadım. Buna karşılık, daha açık bir şekilde söylemeyi denedikleri, daha makul uyarılarına uymaya çalıştım.

94 yılında Ankarada gizli servis görevlisi olduğunu sandığım insanlar, bana söylenenleri, yapılanları, polis, milletvekili dahil hiç kimseye anlatmamam gerektiğini aksi takdirde öldürüleceğimi söylediler. Sadece MIT müsteşarına yahut yüksek rütbeli bir MIT görevlisine anlatabileceğimi söylediler. Ben de 1994 yılı sonlarında bir meclis üyesine giderek MIT müsteşarı sayın Sönmez Köksal’dan kısa bir randevu talebimi iletmesini istedim. Derhal telefonla MIT müsteşarının makamını arayan meclis üyesi bu randevuyu o anda ayarlayamadı. Müsteşar yerinde yoktu.

Daha sonraki günlerde Atatürk bulvarı kaldırımlarında bana MIT’e gitmem, müsteşar’a veya Erkan Gürvit’e durumu anlatmam söylendi. MIT’e (Yenimahalledeki) gittiğimde benimle girişte konuşan görevli “müsteşar veya yüksek rütbeli biri size vakit ayıramaz, bana anlatın” mealinde konuşunca durumu kendisine anlatamadım. Görevlinin benden kuşkulandığını düşündüm. “Buraya niye geldin” sorusuna tatmin edici bir cevap vermem mümkün olmadı. Görevliyi ikna etmek için “Ben burada da çalışabilirim” dedim. Bir dilekçeyi kendi yazdı ben de imzaladım. Böylece “şüpheli biri olmadığım” kanaati uyandırmak istedim.

[Çok sonraları, çevremde alay eden, şaşırtan, komik duruma düşüren çıkışları yapanların, bu iki insan yani Erkan Gürvit ve müsteşar Sönmez Köksal adına yaptıklarını çıkardım. Bu iki ajanın yakınları uzun seneler ben ve ailemi kalkan/payanda olarak kullanarak bilmediğimiz insanları iksirlemislerdi. 1993’de politik dengeler değişince hasımları atağa geçmişti. Beni kuşananlar kendileri yerine benim iksirlenmemin sürmesini sağlamak istediler. Dolayısıyla benim ajan olmadığım gerçeğinin anlaşılmasını istemiyorlardı. Bunun için çok çirkin yollara başvuruyorlardı. Sadece akıl hastası göstermek değil, iksirlerle akıl hastası yapmak hatta öldürmek bile gözönüne aldıkları seçeneklerdi. Beni kurtarmak isteyenler çaresizlik içinde durumu bana anlatamıyor ama uygun isimleri işaret ediyorlardı. Erkan Gürvit, Sönmez Köksal, Erdin Günçe, Bülent Doğruyol, Arzu Koç gibilerini]

1995 Ocak ayında (16 Ocak olabilir) “derhal Avustralya’ya gitmezsem öldürüleceğimi söylediler. Cumhurbaşkanlığı köşküne “gizli servisle ilgili bir konuda derdimi anlatmak ve cangüvenliğim için yardım istemek amacıyla randevu isteğime dair” bir dilekçe verdim. Hayatımdan endişe ettiğim için 19 Ocak 1995 tarihinde Avustralya uçağına bindim. Avustralya’ya gidişim “kaçma” değil, hem Türkiye hem Avustralya kanunlarına uygun normal bir seyahattır. Hem Avustralya hem Türk vatandaşıyım.

22 Ocak 1995 tarihinde Sydney’e vardığımda hem empati yoluyla hem de Avustralya aksanıyla İngilizce konuşan insanlar, yolda alçak sesle “Amerikan gizli servisine girmek icin başvurmazsam öldürüleceğimi veya kaçırılacağımı, hatta cinsel tecavüze uğrayacağımı” söylediler. Bu uyarı daha sonraki günlerde sık sık tekrarlandı. Bu insanların Amerikan gizli servisi için çalışan insanlar olabileceğini düşündüm. Avustralya Federal Polisinin Sydneydeki (Goulburn St’deki) binasına gidip şikayetimi yaptım. Özetle beni Amerikan gizli Servisine kaçmam için tehdit ettiklerini, bunu Türk Gizli Servis görevlilerinin yaptığını, eğer beni kurtarmaları için gerekli ise Türk vatandaşlığından çıkmaya hazır olduğumu söyledim. Polis memuruyla konuşma çok kısa sürdü. “Elinizde hiçbir kanıt yok, anlattıklarınız inanılabilecek şeyler değil, size yardımcı olamayız” mealinde konuştu. Moralim iyice bozulmuştu. Amerikan gizli servis görevlilerinin Avustralya Federal Polisi ve bazı Türk gizli servis görevlileriyle anlaşmış olduğuna inandım.

Türk asıllı bazı insanları gazete ilanıyla çağırdım. Niyetim onlara durumu aktarmak ve tavsiyelerini almaktı. Hiçbiri temas kurmadı. Konuşmaya çalıştığım birkaç Türk esnaf ise, çok soğuk ve isteksizdi. Benimle konuşmakta daha cesaretli davranan bazı Türk asıllı esnaf da dükkanlarını başka adrese taşımak zorunda kaldılar. Hukuk yardımı istediğim bir Türk asıllı avukat ise “biz gizli servisle ilgili olaylara karışmayız” diyerek tersledi. Etrafımdaki tehlikenin kokusunu herkes almıştı. Kimse yardım etmiyordu ve konuşmak istemiyordu. Adeta tecrit edilmiştim.

T. C. Canberra Büyükelçiliğine birkaç kez telefonla durumu anlatmaya çalıştım. Bir defasında “elçiliğe gelin anlatın” diye cevap verdiler. Daha sonraki telefonlarıma uygun bir karşılık alamadım, hele sonuncusunda karşı taraftan kahkahalar yükseldi. Bu tecrübeyi çok yaşadım. Birinci defasında bana uygun davaranan insanlar daha sonra birden tavır değiştiriyorlar, ya komik biri olarak görüyorlar veya bilmediğim bir nedenle kızıyorlardı. Çok sonra anladım ki peşimde dolaşan MİT görevlileri, benim hakkımda asılsız dedikoduları anlatıyor, yalanlarını sesimi taklit edebilen insanların saçma sapan konuşmalarıyla destekliyordu. Yer yer kendi konuşmalarımı parçalıyor yeniden montajlayıp komik hale getiriyordu. Hatta benim sesimi taklit edebilen ajanları, o insanlara saçma saçma telefonlar edip şikayetimin geçersiz olmasını sağlamayı biliyordu. Avustralyalı görevlileri, benim sesimle konuşan ajanlar konusunda uyardımsa da sonuç alamadım. Hiç kimse telefonda konuşanın hangisi gerçek hangisi sahte diye araştırmayı, kuşkulanmayı istemiyordu. Herkes kendi işi gücüyle meşguldu. Benim problemime çözüm arayacak vakitleri de dimağları da fazla değildi.

Benimle uğraşan gizli servis görevlilerinin T.C. elçilik ve konsolosluklarında yuvalandıklarına inanıyordum. Empati böyle söylüyordu. Durumu izleyen pekçok insan Türk, elçilik ve konsolosluk mensuplarına durumu anlatmış olmalıydı. Bu çirkin eylemleri durdurmadıklarına göre, görevlilerin çoğunluğu bu eylemleri onaylıyordu. Empati ile bana “T.C. elçilik veya konsolosluklarına girersem, uyuşturucu iğne yapılıp Türkiye veya Amerika’ya kaçırılacağım ve tecavüz edileceğim” duyuruldu. Canberradaki T.C. elçiliğine şikayetimi yazılı olarak yapmaya karar verdim. Hem fax hem de posta ile şikayet mektubumu yolladım. Hiç bir sonuç alamadım.

Şikayet mektuplarımı Türkiye'ye Başbakanlığa, Cumhurbaşkanlığına, TBMM'ne ve Canberradaki Türkiye Büyükelçiliğine yolladım. Bir mektup fakslıyor bir süre sonuç bekliyor sonra daha etkili olabileceğini sandığım yeni bir mektup fakslıyor yeniden bekleyişe geçiyordum. Hiçbir gelişme olmadı. Bu mektupları Sydneyde bazı insanlar telefon santralında alıkoyup yerlerine bambaşka mektupları benim adıma benden izinsiz ve habersiz fakslamışlar. (Bu insanların bana ve yakınlarıma yönelik çirkin eylemlerini daha sonra yazmaya çalışacağım, sürekli iksirlendiğim için çok zor koşullar altında yazıyorum. Yazamayacak, konuşamayacak durumda olmam için herşey yapılıyor).

Canberradaki ABD Büyükelçiliğine telefon edip “Beni CIA’ya girmem için tehdit ediyorlar ve zorluyorlar, ben CIA’ya girmek istemiyorum, bu adamlar sizin ajanınız mı” diye sordum. “Hayır, polise gidin” cevabını verdiler. Polis zaten ilgilenmiyordu.

"Bilinmeyen numaralar"dan Amerikadaki CIA merkezinin telefonunu öğrendim ve aynı soruyu sordum. Aşağı yukarı aynı cevabı aldım. Empati ile bana “Amerikalılar hiçbir zaman kendi ajanları olduğunu sana söylemezler, seni kaçıracaklar, karşı koyarsan öldürüleceksin veya kaçırılacaksın” diye tekrarlamaya devam ettiler.

Telefonda “hiçbir gizli servise girmeyeceğim, en fazla yapacakları öldürmek olur” diye konuştum. Bu konuşmadan birkaç gün sonra (2 veya 3) 9 veya 10 Şubat 1995’te Sydney’de 15 dakika kadar şüpheli bir şahıs tarafından takip edildim. Son yarım dakikada arkama baktığımda elinde “susturucu takılmış bir tabanca” gördüm. Aynı anda empati yoluyla “Amerikan gizli sevisine derhal başvurmazsam eli tabancalı şahsın beni vuracağı uyarısı tekrarlanıyordu. Tabancalı adam üç metre kadar yaklaşmıştı ve tabancayı doğrultup ateş etmesi 1 saniye bile almazdı. Karşı kaldırımdaki telefon kulubesine gittim ve telefon ahizesini elime aldığımda, peşimdeki adamın kaldırımda yüzü bana dönük, gözleri benim üzerimde elinde tabancayla beklediğini gördüm. Zaman kazanmalıydım. Türk elçiliğine ve TBMM’ne faxladığım dilekçelerin işleme konulması vakit alabilirdi. Telefonla Canberradaki ABD elçiliğine “Tamam CIA’ya girmek icin başvuracağım” diye konuştum. Amacım tabancalı adamın beni vurmasını önlemekti. Bu cümleyi söyledikten sonra eli tabancalı adam uzaklaştı.

“Eli tabancalı adam”ın 3, 4 metre kadar gerisi hizasında karşı kaldırımda bir başka şahıs da dikkatimi çekti. (Bu adamı ODTÜ’de bir kaç kez gördüğümü çıkardım. Bornova Anadolu Lisesi’nde ben 6.ncı sınıfta iken bu çocuk orta 1 öğrencisi idi galiba. 1998 Mayıs ayında empati ile bana bazı olaylar isimler aktarıldı ve ben de bazılarını kendi telefonuma bıraktığım mesajlarda söyledim. Bu mesajlarım Türk gizli servis görevlileri tarafından dinleniyordu. Hatta mesaj bırakma adetine onların tavsiyesi ile başlamıştım. O isimlerden birkaçını söyledikten sonra takibeden günlerde yemeğime boyumu kısaltan iksirler verildi. 3,4 gün içinde boyum 6 mm kadar kısaldı. Bu durumu telefon mesajlarımda yansıtınca, bunu yaptıran insan pansiyonun bahçesinde karşıma çıkarıldı. Evet “eli tabancalı adam”ın arkasındaki o şahısla aynı adamdı.) Bu olayın gözcüsü müydü acaba? Niye eli tabancalı adamı durdurmadı. Bunu hala çıkaramadım. Galiba durdurmak istemedi. Sonradan bir söylenti duydum; “Ibrahim Aksoylu tek başına kurtulmamalı, onu payanda ve kalkan olarak kullanan gruptaki hiçkimseye ceza verdiremeyecek şekilde kurtulmalı”. İkinci adam büyük ihtimalle o guruba dahildi.

Empati CIA’ya girmezsem kaçırılacak veya öldürüleceğimi tekrarlıyordu. Tabancalı bir başkası gelip vurabilirdi. Vakit kazanmalıydım. TBMM’ne faksladığım şikayet mektuplarıma muhakkak tepki verilecek, bu durum sona erdirilecekti. ABD'’eki CIA merkezinin adresini öğrenip “CIA’a girmek istiyorum” diye bir dilekçe yazdım. Amerikalıların beni “büyük şair, dünyanın en zeki adamı"”olarak aradıklarına ve kaçırmak istediklerine inanıyordum. Mektubun altına “The Poet” (şair) diye imza attım. Komik bir durum olduğuna empatinin şiddeti azalınca ben de derhal vakıf oldum, ama o zaman bunu ciddi ciddi yaptım. İlaçlamanın ve empatinin etkisiyle zihnim cok zayıflamıştı. Empatinin adeta kuklası yapılmıştım. Boşalan hafızamda empatinin doldurduğu saçma bilgilerden başka pek az şey vardı. Empati ile beynimi kontrol eden Türk gizli servis görevlilerinin esiri olmuştum.

Empati CIA’nin beni kaçıracağını söyleyip duruyordu. “Bu akşam CIA gelip seni kaçıracak, hazır ol” denildi. O gün, geceyarısı odamın kapısı açıldı, kapıda biri belirdi ve İngilizce olarak “Türk ve Avustralya gizli servisi seninle oynuyor, bize yardımcı olursan seni kurtaracağız” dedi. Bu cümlede zorlama ifadesi yoktu. Adam, aşağıda beklediğini söyledi ve çekip gitti. Birkaç saniye düşünüp, kapıyı kilitleyip yatağıma yattım. Tekrar gelen olmaması içimi rahatlattı. Demek ki zorlamayacaklardı.

Eğer eli tabancalı şahıs tarafından takip edilmeseydim, ABD elçiliğine ve CIA merkezine “size geliyorum” demezdim.

Eli tabancalı şahsın takibinden 6 gün kadar sonra Amerikaya CIA’ya değil, Melbourne’a gittim. Ucuz bir pansiyonun garajdan bozulma odasını haftalık 85 dolara kiraladım ve beklemeye başladım. Çok fakirdim. 900 avustralya doları civarında bir param kalmıştı. Avustralya devletinin işsizlere verdiği işsizlik parasıyla geçiniyordum.

Melbourne’da durum daha sakin idi. Çevremde bana sataşan, şaşırtmaya çalışan da yoktu. Yabancı gizli servise girme teşviki yapılmadı. Demekki Melbourne’daki Türk Konsolosluk görevlileri beni yabancı gizli servise kaçırtma heveslisi değildi. Bir hafta sonra Melbourne Başkonsolosluğuna gidip durumu anlattım. Konsolosluktaki görevliler uzunca bir tezgahın arkasında kendi olağan işleri ile meşguldu. Konuyu anlattığım genç bir görevli beni dinlemekle yetindi. Etkilenmiş bile gözükmedi. Kendisinde sorularıma yanıt arama, probleme çare bulmak çabası veya niyeti bulamadım.

Melbourne’da 1 ay kaldım. Aradığım birkaç Türk’ün benden kaçtığını anlayınca Canberraya geçtim.

Canberra’da empati işkence halini almıştı. Hiçbir şeyi doğru dürüst yapamıyordum. Başımın içinde en az iki kişi konuşuyordu ve başımı yüksek sesle adeta zonklatıyordu. Bir yandan da “bir yabancı gizli servise gir kurtul” diye teşvik ediyorlardı.

Empati bana Avustralya gizli servisine girmemi teşvik ediyordu. Ben ise empatiyi durduracak ilaç istemeye gidecektim. Böyle bir ilacın olduğunu empati söylüyordu. Avustralya Başsavcılığına (attorney-general) bağlı iç istihbarat örgütü ASIO binasına gittim. Kapıdaki görevli beni kendi hizasının hemen dışında camekanlı bir bölmeye aldı. Karşıma oturan ASIO gorevlisine “size katılamam, Türkiyede ailem var, ama empati’yi durdurmanız beni bu işkenceden kurtarmanız için gerekli ise Türk vatandaşlığından çıkarım” dedim. Bana Amerikan ve Avustralya gizli servislerine girmem için baskı, tehdit yapıldığını söyledim. Görevli dinlemekle yetindi. Empatinin durması için ilaç istedim. “Böyle bir şey yok” deyip konuşmayı sona erdirdi. İlaç konusundaki tutumları bende hayal kırıklığı uyandırdı. Sonradan böyle bir ilaç olmadığını öğrendim. ASIO’nun bu olaya hiç karışmamayı tercih ettiğini, çünkü kendilerine “bu adam eski bir Türk ajanıdır, kaçaktır, koruyamazsınız, olay siyasidir” denildiğini duydum. Beni sürekli iksirleyen özel dedektiflik firmasının elemanlarının ASIO görevlilerine durumu yanlış aksettirdiği sonucunu çıkardım.

O günlerde empatinin adını bilmiyordum. Telekult olabileceğini sanıyordum. ASIO görevlisine telekultu durdurmak için ilaç istemem zaten çok saçma olmuştu. Hem durup duruken "size giremem, Türkiyede ailem var" demem bile garipsenmiştir muhakkak. O günlerde bana abuk sabuk tavsiyelerde, tehditlerde bulunanların bazılarının gerçek CIA ajanı, bazılarının da ASIO ajanı olduklarını sanmıştım. Kendilerine CIA ajanı veya ASIO ajanı süsü veren özel dedektiflik firmasının elemanları olduğunu çok sonra anladım. Empatiyi durduracak bir ilaç olmadığını, vücuttaki metalleri düşürmenin şiddetini azaltmaya faydalı olacağını ögrendim. Bunun için yeşil sebze, en çok da marulun iyi geldiğini ögrenebilmem için, üç ay daha geçmesi gerekti. Empatiyi şimdiye kadar konuştuğum iki ASIO görevlisinin bile bilmediğini hayretle anladım. Tarif ettiğimde, ikinci ASIO görevlisi "böyle bir seyi 1970'lerde Sovyetler araştırıyordu galiba" diyebildi. Meğer ASIO, Türkiyedeki Emniyet'in istihbarat bölümü gibi bir şeymiş. Kontr-espiyonaj görevleri yokmuş. Dolayısıyla empati gibi yöntemleri bilmez ve kullanmazlarmış. (hatta silah bile taşımazlarmış taa ki 11 eylül 2001 New York ikiz kule sabotajından sonra alınan hükümet kararına kadar)

Canberra'da ASIO görevlisi ile konuştuktan kısa bir süre sonra empati iyice şiddetlendi ve dengemi sağlamakta zorlanmaya başladım. Yolda yürürken sarsılıyor yalpalıyorken birden duruldu ve iyi kötü yürüyebilir hale geldim. Canberrada cadde üzerinde empatinin şiddeti yüzünden sarsılırken 20 metre kadar peşimde bir Türk gizli servis görevlisini farkettim. Sydneyde beni takip eden tabancalı adamın arkasında yürüyen, ve Melbourne'da boyumu kısaltan iksirlerin verilmesinden sonra pansiyonun bahçesinde karşıma dikeltilen adamdı.

Bir hafta kadar sonra empati “Canberra’dan ayrıl öldürüleceksin” deyince otobüsle Sydney’e geçtim. Cebimde 60 Avustralya doları param kalmıştı. En ucuz sırt-çantacı otellerinin yatakhanelerinde barınmaya başladım. Beni zorla götürmeye kalkan, CIA’ya girmem icin teşvik edenler yoktu. Sanırım amaçlarına ulaşmışlar, beni "yabancı istihbarat örgütleriyle ilişkili Türk vatandaşı" olarak yaftalayabilmişlerdi. Ama sürekli alay, tahrik, hakaret eden empati dinmemişti. Durumu anlatan, şikayet eden mektuplarımı Türkiye’ye meclise faksladım. Hiçbir gelişme olmadı. Empati her mektuptan sonra “iki ay sonra düzelecek, üç ay sonra düzelecek, yeni büyükelçi gelince düzelecek, bakan değişince düzelecek” gibi masallarla beni avuttu durdu, ve ses çıkarmadan beklememi sağladı.

Birkaç hafta boyunca empati ile bana bir piyeste kullanılacak dialoglar, metinler, özlü sözdizimleri, şiirler yaptırdılar. Beynim adeta onların esiri olmuştu, empatiyi kovmak imkansızdı. Kullandıkları şarkılar bile benim ortaokul/lise çağlarında yaptığım şarkılardı. Konu benim hayat hikayemin bir bölümüydü. Benim yorumlarımı analizlerimi, onların deyimiyle bir de "ağızlarımı ve ağıtlarımı" aldılar. Empatiyi isteyen gizli servis görevlisi, istediği amaçla kullanıyor galiba. Bu tür işleri yapmayı alışkanlık haline getiren gizli servis görevlileri beynimin içinde ne varsa gaspetmeye kalktı ve başardı. Elbette razı olmadım. Ama empatiden kurtulamadım. Kendilerinden şikayetçiyim.

95 Haziranında Sydneyin Kogarah semtinde St George Bank’ın bilgi işlem merkezinde işe başladım. Aslında çalışabilecek durumda değildim. Ne yazık ki beş parasızdım ve işsizlik parası ile geçinmeye çalışıyordum. Empati bir saniye bile boş bırakmıyor dikkatimi bir konuda toplamama izin vermiyordu. Hatta zaman zaman oramı buramı kaşındırarak, boğazıma öksürük refleksi verdirerek komik durumlara düşürüyordu.

Gizli servis görevlileri barınacak bir mekan bulmamda bile güçlük çıkardılar. Bulduğum bir ev veya pansiyon onlara uygun olmazsa beni kovduruyorlardı. Bunu yaptırdıkları adama da "benim hayrıma yapılan bir iş olduğu" yalanını söylüyorlardı. Böyle durumlar maddi açıdan güç duruma düşmeme neden oluyordu. Manevi açıdan da yaralayıcı oluyordu. Cebimde çok az bir parayla, ümitsiz, onuru kırılmış bir psikoloji içinde barınacak bir yer aramaya çalışıyordum. Bu konunun detayına girmeye gerek duymuyorum.

1995 Mayısından 1996 Şubatına kadar sadece Sydneyde 3 tane sırt çantacı oteli, 2 tane ev, 2 tane hostel değiştirdim. 1996 Şubatında 8'inci yerimi tuttuğumda iyi kötü bir işyerinde çalışmaya çabalıyor durumdaydım. İşyerinin 150 metre kadar arkasında inşaatı yeni tamamlanmış bir daireyi 275 Avustralya dolarına tutmuştum. Kira kazancıma göre yüksekçeydi. İlanla yanıma iki tane ev ortağı aradım. Bir Çinli bir de Japon asıllı iki bayanı kabul ettim. Çinli bayanın beni iksirlemek için görevlendirilmiş biri olduğunu çok zor anlayabildim. Duş alırken suyun vücudumu tahriş edici bir his vermesi ve beni çok fazla halsiz bırakmasının nedenini anlayamadım. Çok sonra sıcak su tankının (termosifonun) iksirlendiğini anladım. Odamdaki döşeme halısı ve şilte ve yorganım ilaçlanıyordu. Bir ara bir iki gün içinde alnımda saçlarımın arasında çıbanlar çıkmaya başladı. Bu çıbanların alnımda izi kaldı. Bunun kullandığım yemeklik yağ ve yoğurtlardaki iksirleme yüzünden olduğunu anladım.

Bir gün öğle arası eve kadar yürüyüp evde bıraktığım bir yemeği yedikten sonra yere yuvarlandım, düşerken alnım duvara çarptı ve yarıldı. Bir süre ayağa kalkamadım. Bir kaç dakika içinde kendime gelip emekleye emekleye odama gidebildim. Beyinciği etkileyen bir iksir konulmuştu buzdolabındaki yemeğime. Denge kurmayı sağlayan organı, beyinciği kısa bir süre işlemez hale getiren bu iksirin fazlası insanı felç bile yapabilirmiş. (yetersiz biyokimya bilgimle bu konuyu uzmanlarına bırakırken duyduklarımı eklemekten kendimi alıkoyamıyorum) Böyle bir işi kim nasıl yapabilirdi. Önceleri kimseler evde yokken eve girenlerden şüphelendim.

Bir gün ben duşta iken odamdaki eşyaların giysilerimin iksirlendiğini farkedince bunu yapanın Çinli bayan olduğunu anlayabildim. Çinli bayanı ayrılmaya ikna etmek çok zor oldu. Belli ki birkaç gün daha kalıp bir kaç iksirleme daha yapıp cüzdanını biraz daha şişirmek istiyordu. Bu çetrefil bayanla bir kaç kez ağız dalaşından sonra alt-kiracılık (sublease) yasalarına göre yazılı uyarı gönderip bir hafta içinde polis kanalıyla evden atabileceğimi anlatıp evden ayırabildim. Bu Çinli bayan bir yıl sonra bile bulunduğum bambaşka bir semtte beni iksirlemek istemiş. Belli ki kolay para kazanmayı seven birisiymiş. Onun yerine aldığım bir Filipinli bayanın da kısa sürede beni iksirlemek için gönderildiğini anladım.

Sürekli konuşan empati yüzünden, gecelerim hep uykusuz geçiyordu.

İksirsiz yemek bulmam neredeyse imkansızmış. Çalıştığım yerdeki yemekhaneyi elegeçirmişler. St George Bank'ta çalıştığım 15 ay boyunca sürekli iksirlenmişim. Bunu sonradan düşününce sağlığımdaki belirtilerden çıkarabildiğim gibi başka bilgilerde aldım. Ama çok geç değerlendirebildim. Sürekli zehirlendiğimi ancak 1996 Aralık ayının son günlerinde çıkarabildim.

1996 yılının Ağustos ayı içinde olmalı (veya daha zayıf olasılıkla Temmuz) empati "benimle uğraşan ajanın “Ethem Cangörü” olduğunu söylemem gerektiğini, aksi takdirde kendisinin gelip beni kaçırabileceğini söyledi. Bunun üzerine zaten durumum pek parlak değil diye düşünüp telefonumda bu ifadeyi söyleyince benim için hayat iyice zorlaştı. Empati daha ağırlaştı. Evdeki iksirleme daha beter oldu. Yatağıma yastığıma yorganıma kadar iksirlediler. Yatağımda yatamaz duruma düştüm. Zaman zaman geceleri zemine uzanıp uyumaya çalıştım. Zeminleri de iksirlediler. Zemin üzerine gazete serip yatmaya denedim. Ama iksir fazla olunca gazeteye de sirayet ediyordu ve vücuduma işliyordu. 1996 Ağustosunda “Ethem Cangörü” adını zikrettiğimden bu yana yatakta yatamadım senelerce. Zeminde elbiselerimle yattığım çok oldu. Hala da böyle yaşamaya çalışıyorum (5 Ocak 2002).



1995 NİSANINDAN SONRASI



1995 Nisan ayında Sydneyin King Cross semtinde sırt-çantacıların kaldığı otellerin yatakhanelerinde günlüğü 10 ile 16 dolar arasında değişen ücretlerle kaldım. Yatakhanelerin en yaşlısı ve en farklı müşterisi idim. Diğerleri hayatın tadını çıkarmak isteyen genç batı Avrupalı ve Avustralyalılardı. Şimdi çıkarabildiğim kadarıyla bazıları da beni izlemek ve iksirlemek için gönderilmiş özel dedektifin elemanlarıydı. Empati hala çok güçlüydü, arada bir “seni vurmak için biri gönderildi kaç” diye mesaj geliyordu. Bir defasında empati çok ağdalı bir dille (pek muhterem ekselanslarına gibi garip bir başlıkla) dilekçe yazmam için yönlendirdi. Empaticiler bununla ne elde edebilir diye sonradan düşündüm. Galiba eğlenmeyi hem de beyninden zincire vurdukları birini küçük düşürerek aşağılayarak, komik duruma düşürerek eğlenmeyi seviyorlardı. Belki de mesai başında sıkıntı basıyordu kendilerini. Beş ay kadar “sürekli hakaret etmek”le görevlendirilmişlerdi. Bu görev çok monotondu. Arada bir kafayı bulup eğleniyorlardı.



1995 Nisanından 1998’e kadar olayları daha geniş açıklamalı yazamadım. Çok fazla iksirleniyorum. Bugünlerde sağlığım da pek elverişli değil yazabilmeye. 26/Mart/2001



1998’e kadar Avustralya’da empati tarafından 2 ay sonra 3 hafta sonra yeni bakan/müsteşar/büyükelçi seni kurtaracak diye avutularak Avustralyada bekletildim.

1998’de Türkiye’nin Burdur şehrindeki ailemin yanına gittiğimde anam babamın zehirlendiğini müşahede ettim. İksirlenme sonucu anam karaciğerinden ve bağırsaklarından ağır şekilde hastalanmıştı ve çoğu zaman yatalak hasta durumundaydı. Ağır hasta, yaşlı cahil kadına gizli servisçiler hiç acımıyor her fırsatta iksirliyorlardı. Ağır kolit hastası olan anamın bağırsaklarını kanatmak üzere iksir verdiriyorlardı.

Babam sinir hastası yapılmıştı. "İyilikçi" (???) gizli servisçiler olmalı, onun durumunu kamufle etmek icin sürekli uyku verici iksirler veriyorlardı ve babamın günleri uyumakla geçiyordu. Evdeki kahve, yağ, tuz, şeker, turşu vs hepsinin iksirli olduğunu farkettim. Yeni zeytinyağı aldığımda, ertesi günü yaşlı bir bayan gelip yeniden iksirleniyordu. Bu bayan uzun seneler boyu taa dedemin sağlığında bile bizi iksirleyerek para kazanmayı seven biriydi. Adviye Şimşek adlı bu bayan ve yakınları her fırsatta ailemi iksirlemeyi kazanç kapısı olarak görüyor olmalıydı. Konuyu açıkca söylersem babam tarafından ağır bir tepki alacağımdan emindim. Babam yokken Adviye Şimşek'e "iksirlendiğimizi bildiğimi bunu yapanların cezasız kalmayacağını Meclise Başbakanlığa bile şikayet edeceğimi" anlattım. Iksirci yaşlı kadın suratında yılışık bayağı bir gülümsme ile "dışardan gelenler herşeyi biliyor" diye gakladı.

Gizli Servis görevlileri anamı babamı iksirlemek için gerekçeleri kendileri yaratıyorlardı. Mesela babamın evine hediye olarak iksirli şeker getirip sonraki günlerde kendi küçük çocuklarını şeker istemeye gönderip, “çocuğumu iksirlediler, karşılık olarak iksirleme hakkım var” diyerek yeniden iksirlemeye geliyorlardı.

Ben, anam babamın evinde iken bütün yatak yorgan çarsaf ve giysileri iksirlendi. Bunu yapan komşuları ve dost bildikleri "Adviye Şimşek" adında yaşlıca bir bayandı. Bu bayanı başbakanlığa verdigim dilekcelerde adını vererek şikayet ettim. Hiç bir işlem yapılmadı. Ablamın ailesi de iksirleniyor, sürekli uyku verici iksirlemenin yanısıra geri zekalı yapan iksirleme yapılıyordu. İki kızlarının okulda başarısız olmaları için iksirleme, çevresindeki insanları etkileme dahil her türlü tertip yapılıyordu.

Bir akşamlığına uğradığım Balikesirde çalışan teyzemin oğlu komser Osman Çelik Emniyetçi meslektaşları tarafından iksirleniyordu. En çok zekasını düşürmeye çalışıyorlardı. İksirlenmekten benzi iyice solmus ve eski neşesi yokolmustu. Teyzem ve emekli polis olan eşi de iksirleniyordu. Bu durumu gözlemleyince Ankara Sincanda beni iksirleyenin Karakol komseri olmasına şaşırmamam gerektiğini anladım. Gizli Servis devreye girince polis bile gizli servise göre davranıyordu.

1999 Ekim Kasım aylarında kamu görevlisi olan erkek kardeşimin evinde birkaç hafta misafir kaldım, ve kardeşimin ailesinin, 2 yaşındaki çocuğuna varana kadar iksirlendiğini hayretle gözlemledim. Bir çocuklarında “hiper aktivite, yani yerinde duramama” hastalığının hafif hali vardı. En fazla üç saniye hareketsiz durabiliyordu 5 yaşındaki kücük kız. Devamlı kıpırdanma gereği duyuyordu çocuk. 2.5 yaşında olanı ise 1.5 yaşındaki çocuklar kadar bile konusamıyordu. Elbette ki ilaçlama yüzündendi. Kardeşimi iksirleten Orduda Tümgeneral rütbesinde bir subaydı ve Ethem Cangoru çetesine yakındı. Kardeşimi iksirletirken, benim ailemin hiçkimseyi iksirletmediğini iyi bilmesi gerekirdi. ( Sonradan o tümgenerali iksirletenlerin kardeşim adına yapılmış gösterdiklerini duydum. Kardeşimin ve ailesinin haberi bile yok. Duysalar inanmayacaklardır. )

Yalnız kardeşlerim değildi iksirlenen. Gördüğüm bütün eski dostlarımın iksirlendiğini çıkardım. Bu vaziyeti görünce, 1994 yılında bana “yabanci gizli servise kaç kurtul” uyarıları yapanların yanısıra “yabanci gizli servise kaçarsan ailenin hepsi hatta bütün arkadaşların öldürülecek” diye uyarı yapıldığını hatırladım. Yabancı gizli servise kaçmamış ama tabancalı adamdan çekinerek telefonla “basvuracağım” demiştim. Ailem, yakınlarım ve dostlarım öldürülmemiş ama senelerce zehirlenmişlerdi. Türlü şaibeler altında bırakılmıştım ve benimle beraber tüm yakınlarım, dostlarım zehirlenmiş durmuştu. Bunları farkedince beni Avustralya’da bekletmeye çalışanlara bir kez daha ilendim.

Anamı babamı kardeşlerimi ve dostlarımı kurtarabilmek ümidiyle 16 ay kadar süre içinde 50 den fazla şikayet dilekçesi verdim. Pek çok sözlü şikayetlerim de oldu. Evim, eşyalarım, yiyeceklerim sürekli iksirlendi durdu. Türkiye’de beni hiç kimse, hiçbir kurum kurtarmadı. Şikayetlerimden sonuç alamadım. Polis karakolunda bile iksirlendim. Sanki herkes beni Avustralya’dan kurtulmaya itiyordu. Empatinin “2 ay sonra kurtulacaksın”, “seçimden sonra kurtulursun”, “yeni bakan/müsteşar/büyükelci seni kurtaracak” diye ümitlendirmesi yüzünden bekledim. Sonunda ümidim kalmadı. 23 Subat 2000 de Avustralya’ya döndüm. Maalesef burada da şikayetlerimi geçersiz kılmakta etkili oluyorlar. Herşeyi Internette anlatarak kurtulurum umudunu taşıyorum.

Onların istedikleri gibi, yabancı gizli servislerde çalışmayacağım hiçbir zaman. Sade bir bilgisayar programcısıyım ve öyle sürdüreceğim hayatımı.

Birgün bu büyük haksızlığı şikayet etmek için tekrar Türkiye’ye gideceğim. Eninde sonunda kulak veren olacağından eminim. Bu pespaye görgüyü değerli bulmayan namuslu bürokratlar, bir gün bu ayıba son vermek isteyecektir.

Benim bazı devlet adamlarının düşmanı olduğum, bu yüzden iksirlendiğim iddiasını duydum. Hiçbir devlet adamına kin, nefret duymuyorum. Kendilerini sadece basından tanırım. Herhangi bir devlet memuruna bile saygıda kusur etmeyen ben, devlet adamlarına elbette saygı gosteririm.

Deginmek istedigim bir baska husus hakkımdaki asılsız söylentilerdir. Kendi suçlarının, hatalarının, kötü niyetlerinin ortaya çıkmasını önlemek isteyen bazı gizli servis görevlileri benim hakkımda “paranoid sizofren” söylentisi çıkarıyor. Avustralya’da nezle, ekzema, gibi basit rahatsızlıklar için gittiğim pratisyen hekimler nezle, ekzema ilacını verirken benden habersiz “paranoid sizofren” teşhisi koymuşlar. Duyduğuma göre doktorları “bunu yaparsanız hem kendisi hem biz kurtulacağız” diye kandırmışlar. Ben paranoid şizofren veya akıl hastası değilim. Saklanacak, örtbas edilecek bir suçum ve kötü niyetim de yok. Sözkonusu teşhisi koyduran gizli servis görevlilerinin kabahataları, kötü niyetleri araştırılırsa bu çirkin tertibin gerisindeki amaç anlaşılabilir.

Bana yapılan iksirleme, hayatın her alanında güççlük çıkarma, empati ile ağır iskence/yanıltma eylemleri 1995 Ocak ayında çok yoğunlaştı ve o günden bu yana hiç durmadı. Bu eylemlerin bir gizli servis araştırması amacını taşımadığını, beni yavaş yavaş hastalandırma, geri zekalılaştırma ve öldürme amacını taşıdığını resmi makamlara anlatamıyorum. Beni iki ayağımın üzerinde yürüyebilir görünce “idare ediyorsun işte, bir şey çıkaramaz, ayrılırlar” gibi sözler sarfedip baştan savıyorlar. Halbuki iksirlenmekten dolayı zayıflayan sağlığım var. Empati ile uyumama bile izin vermiyorlar, 24 saat aralıksız rahatsız ediyorlar. Çalışamayacak duruma düşürüyorlar. Bu yüzden senelerdir çalışamadan sürdürmek zorunda kaldım hayatımı.

Iksirlenmekten dolayı kanser, lösemi, akıl hastalığı, felç gibi ağır hastalıklara yakalanabileceğim mesajlarını alıyorum.

Hakkımızdaki İstihbaratın Eserlere Kaynak Yapılması Hakkındaki Şikayetlerim ve Görüşlerim

=======================================



İddia: senin hayatını yazmak yasak mı?

Cevap: Yasalar birisinin hayatını yazmayı yasaklamıyor. Ben hoşlanmasam bile yasak değil. Yasak olan hakkımdaki gizli servis istihbaratının yazma işinde kaynak hazırlamada kullanılmasıdır. Bu yasağı ihlal edeni cezalandırmak ve söz konusu eylemin bana ve yakınlarıma vereceği maddi ve manevi zararları önlemek icin yayını durdurmak, faillere ve sorumlulara caydırıcı yaptırımlar uygulamak dahil gerekli önlemlerin alınmasını MIT'ndan beklerim.



İddia: Senden ve yakınlarından sözlü izin alınmıştır?

Cevap: Yalan. Daha benim ailemden gizli servis takibi altında olduğunu kavrayabilen bir tek ben oldum. O da ancak 1994 yılında oldu. 1994 yılında bir ara tamamen durduğunu sandım. Seneler öncesine dayanan bir takip olduğunun son günlerinde anlamaya başladım. Üzerimi dinleyerek aldıkları anektotları yolda yolakta bana söyleyince, durumu içime sindiremediğimi açıkladım. Nasıl olur da hakkımdaki istihbaratı yazma işinde kullan diye izin vermiş olabilirim.

Sözlü çıkışlarına bakılırsa anlamamızı sağlamak istemedikleri anlaşılacaktır. Yolda yarım yamalak sözlerle böyle bir izin isteyen bu insanlar, kelime oyunları ve tuzak çıkışların yanısıra hedef seçtikleri adama yaklaşmadan önce iksirleyerek iyice sersemletirler, söyleneni algılayamacak durumda olmasını sağlarlar.

Bazı yakınlarımın, hemde kara cahil olan bazılarının tehditle ve santajla bu izni sözlü olarak vermelerinin sağlandığını duydum. Tehdit ve santajla izin almanın gizli servis yetkilileri tarafından kabul görmemesi ve bunu deneyenlerin cezalandırılmasını isterim. Hem anam babam ve kızkardeşimin ailesi daha "gizli servis, istihbarat" gibi kavramlara vakıf değildir.

İddia: Ben sadece rapor hazırladım. Ben o suçu işlemedim.

Cevap: Sen o suçun işlenmesine olanak hazırlamak üzere o raporu hazırladın, o şahısla anlaştın ve ondan para aldın. O ödemeleri gizli servisteki adı “kumkapı fonları”. Kumkapı meyhanelerini çok seven bazı yazarlara, sinemacılara gizli servis istihbaratından hazırlanmış kaynak sattın. Eline teslim etmen şart değildi. Satın alanlar senin raporuna nasıl ulaşacağını biliyordu.



İddia:Senin hayatın ise ispatla, neresi senin konuştuğun cümle.

Cevap: Ben bütün konuşmalarımı banda kaydetmediğim gibi hafızam da her konuştuğumu saklamaya uygun değil. Her yazıda kendi hakkımdaki istihbarattan çalıntı aramam mümkün değil. Hem empati ile elektronik dalgalarla beynimi okuyarak topladıklarını nasıl ispatlayabilirim. Bunu 1995'te Sydneyde yaptın. Bunu benim ispatlamam mümkün değil. Sen yapmasan bile cümlelerle kelimelerle oynayarak yazar onu kendine maletmeyi bilecekti.

Olayın özeti bile bazen değerli bir malzeme olabilir. Ama en azından anafikri elegeçirecektin. İlkeli bir gizli servis teftiş heyeti Erdin Günçenin beynini empati ile okuyup yalanını ve çirkin niyetini anlayabilir ve uygun cezayı verir. Benim hakkımı da korumaya çalışırdı. Gizli servisin bu konuda çok hassas olması gerekmez mi.

Erdin Günçe ve çetesi için bu iş önemli bir gelir kaynağı olmuş. Yaptıkları işi gizli servisin “çok eksik” kurallarına uygunlaştırmanın yolunu bulmuşlar. Hatta hedef aldıkları insanlara, hikaye için malzeme toplamak amacıyla acı çektirip ağlatıp inletip sonra da rapor olarak dosyalarlarmış. Devamlı müşterileri de Kumkapı meyhanelerindeki “büyük sanatçılar” (!!!) imiş. Eğer böyle bir olay bir batı ülkesinde olsaydı olay skandal sayılır ve sorumluları gizli servisten atılır cezalandırılırlardı. Türkiyede uzun yıllar boyu yapılıp duruyor ve şikayet etsen bile işleme konulmuyor.

İddia: O durumda bile yazarın kendi emeği ile ürettiği bir eserdir ve senin hakkın bile olmaz.

Cevap: Ona yapılanı iyice inceledikten sonra karar verilir. Ben bu yolla yazılanların yayınlanmasının tamamen durdurulması ve bu yola başvuranların cezalandırılmalarını isterim. Yargı önünde bu durumu ispat etmek imkansız. Kelimelerle cümlelerle oynayarak ufak tefek değişiklikler yaparak ispat etmeyi imkansızlaştırırlar. En uygunu MİT'in sözkonusu görevlilerinin empati ile beyinlerini okuyup gerçek amaçlarını eylemlerini anlayıp cezalandırması ve bizim hakkımızı korumasıdır. İstihbarat hiç bir şekilde tiyatro oyunu, roman, film senaryosu için kaynak olarak kullanılmamalıdır. Kendilerine aynısı yapılsa Erdin Günçe ve suç ortakları razı olacaklar mıydı, şikayet etmeyecekler miydi. (Empatinin fikrine göre güçlü bir insana yapılsaydı, yapan telef edilirdi)



İddia: Senden alınanlara on mislini ben kendim eklemişimdir?

Cevap: Sen kendine piyes yazıp yayınlatan adamsın. On misli malzemen olsa kendine ayırırsın, MIT raporunun içine saçıp geçmezsin.

Hatta benden aldıklarının yüzde doksanbeşini kendi eserlerine ya da müşterilerinin eserlerine ayırdığını bilenler var. Onları parçalayıp bölüp kendine maledebildin. Parçalayıp bölüp kendine mal edilmesi daha zor olan şeyleri de çalmaya çalışıyorsun. Onlarda MIT raporlarına girmiş durumda olduğu için benden izin aldığın yalanını ortaya atıyorsun.



İddia: Insan işine yarayan şeyleri nerde görürse görsün alır kullanır? Mesela senin mesleğinde bilgisayar veya elektrik mühensiliğinde, işyerinde gördüğün uygun bir programı veya devreyi kendine almaz mısın?

Cevap:Ben çalıştığım isyerlerinde program veya devreyi kendime alıp satmadım veya başka bir kuruma götürüp kullanmalarına olanak hazırlamadım. Çalıştığım işyerlerinde erişebildiğim dokümanları okuyup öğrenmek amacıyla yanıma aldığım olurdu. Ama kendi adıma ya da başka bir kurum adına kullanılması amacıyla almadım. Yaptığım işler de basmakalıp, düzayak ve her meslektaşımın üstesinden gelebileceği işler idi.

Gizli servis görevlisinin istihbarat raporlarını yazı işinde kullandırmasıyla bir mühendisin işyerindeki dökümanı incelemesi arasında benzetme yapmak hata olur.



Iddia: O da yeni işyerinde eski firmadaki yapılanı satmış sayılabilir?

Cevap: Gittiğim işyerlerine becerimi birlikte götürdüm. Ama eski firmanın malını hiç götürmedim.

Iddia ettiğin şey yeni teknolojilerin, veya icatların geliştirildiği firmaların araştırma bölümlerinde çalışanlar için yer yer sözkonusu olabilir. Benim çalıştığım işyerlerimde sözkonusu olmadı. Yaptığım iş alelade mühendislikti. Yaratıcılık isteyen iş değildi. Benzetmek gerekirse, şu soruyu sorabilirim; Bir temizlik işçisinin süpürgeyi kullanışı know-how olabilir mi? Burda ögrendiğin süpürge kullanmayı başka yerde kullanamazsın denebilir mi? İşyerini değiştirdiği zaman temizlikçi becerisini beraberinde götürecektir. Ticari alanda mühendislik yapanlar için de, işin beceri isteyen yanı epeyce yüksek bile olsa, aynı şey sözkonusu sayılır.

Hem ben Erdin Günçe'yi yanımda yazı işinde hiç çalıştırmadım. Benzetmek yersiz. Benden çaldığı şeyler yazma işindeki beceri değil, kendi yazmak istediğim beynimde epeyce işlenmiş olan hikayelerim, oyunum romanım idi. Ben 1968 senesinden beri roman, hikaye yazmayı istedim, tasarladım ve yazdım. Üniversite yıllarımda oyun ve film senaryosu yazmayı hatta film yapmayı bile tasarladım ve yazdım. 1980 yılına gelindiğinde benim kafamda bir roman, bir oyun ve amarcord tipinde bir filmin hikayesi hazırdı. 1983 84 yıllarında oyunumun bazı kısımlarını bir okuldaşıma oynayarak anlattım. O haliyle bile bir hayli beğenildiğini bana aktardılar. O haliyle o oyun oynanmaya hazırdı. Ve hafızam değil beynim tarafından epeyce işlenmişti. Erdin Günçe benim beynimde üretilmiş hicivleri, lirizmi, "kısa hikaye"lerimi, oyunumu, özetle beynimde üretilmiş ne varsa çaldı. Parçalara ayırıp sinemacılara tiyatroculara sattığını son günlerde öğrendim. Kahroldum. Çaldığı şeyler benim 1968'den yazıp durduğum şeylerdi. Biraz daha iyileştirmek niyetinde olmam yazılmadıklarını ispatlamaz.



Soru: Niye yayınlatmadın hazır oyunun hikayen varsa?

Cevap: Maddi koşullarımın bir parça düzelteceğim günlere sakladım. Kendi paramla yayınlatmak zorunda olduğumu düşünüyordum. 1980'den bu yana maddi açıdan durumum hiç düzelmediği için yayınlatamadım.

Yazmak ve yayınlamak deyimleri arasında bir ayrımı belirtek gerekiyor. Ben bile eski tarihli sayfalarımda, "yazmak" deyimini "yayınlamak" anlamında kullanmıştım. Kendi kendime yazdıklarımı değil yayınlananların yazılmış sayıldığına dair bir yanlış anlayış vardı. Halbuki ortaokul çağlarımdan beri yazıp durduğum şeylerdir dediğimde doğrusunu söylemiş olurum.

Unutmadan hemen ekleyeyim, benim yazdıklarım yakınlarımın özel hayatının gizliliğine uygun şeylerdir. Hakkımızdaki istihbaratı eserlerine kaynak yapanların bazıları özel hayatımızın gizliliğini ihlal etmiş sayılır. Bu durum MIT'in yasakları kapasamındadır. Ayrıca anayasanın 20 maddesi, temel insan hakları hatta basın yayın hukukuna göre bile cürüm sayılır. Bu sorunun çözümününün MIT tarafından sağlanmasını beklerim.

Benim çıkarabildiğim kadarıyla Şeniz Cangörü, Mehmet Eroğlu ve Erdin Günçe bu cürümün müptelaları arasında imişler. Bu insanlar yasak kapsamında olan eylemlerine rağmen Erkan Gürvit, Ahmet Şağar, Mehmet Eymür, Emre Taner gibi güçlü ağabeyleri sayesinde, ceza almadan kurtulabilmişler.

Hakkımızdaki istihbaratı esrelerine kaynak olarak kullanan ya da kaynak hazırlamada kullanan insanları savunan ve koruyan insanları yadırgıyorum. Kendilerine aynısı yapılsaydı, inanıyorum ki onlar da ağır tepki vermek isteyeceklerdi.


MEHMET EYMÜR

Mehmet Eymür’ü ilk defa Burdurun Kapaklı Köyünde evimize geldiğinde gördüm. Ben İzmir Kolejinin hazırlık sınıfı veya birinci sınıfındaydım. Yani 1966 veya 1967 yılı olmalı. Mehmet Eymür ve yanındakiler babama arazi ölçümleri için gelen ziraatçiler olduklarını söylemişlerdi. Babam hiç tanımadığı bu adamları köydeki görgü gereği eve buyur etmiş, çay kahve ikram etmiş ve yarım saat veya bir saat misafir etmişti.

Aynı adamı iki üç yıl sonra Burdur'un Erikli Köyünde evimizde babamla konuşurken hatırlıyorum. Köylüler gibi bağdaş kurmuştu. Güleç yüzlü, neşeli, ve oldukça konuşkandı. Ne anlattığını hiç hatırlamıyorum. (Çok sonra hatırlar gibi oldum. Galiba babama kolundaki saati kullanmasan daha iyi diye tavsiyede bulunuyordu, saat taşıdığı için iksirlenmesin diye çıkış veriyordu.)

Yine ortaokul çağlarımda eve gelen Mehmet Eymür'ü babamla beraber çeşme başından evimize doğru yürürlerken ve babama sözlü sataşmada bulunurken hatırlıyorum. Babamın elindeki küreği ona savurmakla tehdit ettiğini, Mehmet Eymür'ün de "ben senden bir ağır laf almak istedim" diye ağız yaptığını hatırlıyorum. Bir ağır laf alsaymış, gizli servis görgüsüne göre bir işaret verecekmiş. Ağır laf alamadığı için boşa gitmiş çabaları.

Babası Mazhar Eymür, dedemi birinci dünya savaşı veya kurtuluş savaşından beri tanırmış. Bu tanışma dedem için büyük bir talihsizlik olmuş. Mazhar Eymür sayesinde birbiriyle mücadele eden iki gurup çete (ajan) arasındaki mücadelede kendisinden habersiz ajan olarak gösterilip “kalkan ve payanda” olarak kullanılmış. 1960'lı yıllarda Mazhar Eymür ölünce Mazhar Eymür ekibinin ardılları bu çirkin durumu sürdürmek gereğini duymuşlar. Zira elleri çok kirli imiş. Dedemi yok edip kurtulmak da varmış ama onlar mert adamlarmış ve dedemin sülalesinin korumacısı olmuşlarmış. Bu sözde "korumacılık" yüzünden dedemin sülalesi hep askıda bekletildi, hiç kurtulmadı hala ağılanıyor.

Orta 2 veya 3 de iken Mehmet Eymür’ü İzmir Kolejinde müdüriyet binasından çıkarken koluna aldığı ceketiyle, iri adımlarla yürürken gördüğümü hatırlıyorum. Bir kez de iki lise hocamızın arasında geçen ve benim adımın zikredildiği bir sohbette “Mehmet Eymür ilgileniyor bu işlerle” anlamında bir söz sarfedilirken kulak misafiri olmuştum.

Mehmet Eymür köyümüze 16 kere gelmiş. Empati böyle söylüyor. Yaralı hafızamdan bugünlük bu kadarını bulabildim.

(Bir kez de ben çok küçükken babası Mazhar Eymür'ü dedemle birlikte bahçemizde dolaşırken hatırlıyabildim. Mazhar Eymür hatırlıyabildiğim kadarıyla, dedemin boyuna uygun ama dedemden daha ince yapılı yaşlı bir adamdı. "Sen benim askerimsin, yağlığımı yıka" diyerek dedemi küçülttüğünü, dedemin de utancınıı gülümsemeyle gizlemeye çalışarak "evde Emine var o yıkar" dediğini hayal meyal hatırlıyorum.)

1975 yılı omalı (daha zayıf ihtimal 1976 olabilir) ODTÜ de okurken yazın köye dönmeyip Ankarada iş aramak istedim. Burdurlu bir devlet adamından iş istemeye karar verdim. Bunu konuşunca gizli servisçiler duymuş olmalı, Atatürk Bulvarı kaldırımlarında Dil-Tarih’e yaklaşırken arkamdan zayıf esmer bıyıklı bir adam alçak sesle “herşeyi anlat seni kurtarır” anlamında bir kaç cümle sarfetti. Adamın sinsi sinsi, usul usul yürüyüşü, alçak sesle konuşması ve yüz ifadesinden çekindim. Deli filan miydi neydi. Bir kaç adım sonra gri kıyafetli Mehmet Eymür heybetli bir duruşla bana bakıyordu. “Bizi bile attırırsın lan” dedi. (Yıllar sonra birinci adamın Hiram Abas ikincisinin Mehmet Eymür’ü temsilen çıkarıldığını anladım. Asıllarına çok benziyorlardı. Gizli Servis işaretleşme görgüsüne göre, karşında durmak olumlu, arkamda durmak olumsuz anlamına geliyor. Demek Mehmet Eymür devlet adamına şikayet edip kurtulmama olumlu buluyor, Hiram Abas istemiyordu. Bu konuyu tam anlıyamadım. Mehmet Eymür şikayet etmeme olumlu bakıyorsa, niye kendisi devlet adamlarıyla konuşup kurtarmamış) Bu ikisi hakikileri değildi elbette. Benzerlerini makyajlayıp yollamanın gizli servis görgüsü olduğunu son yıllarda öğrendim. O zaman bu iki adamın kim olduklarını çıkaramamıştım. Son 6 yıldır bu konuyla ilgili geçmişteki bütün olayları hatırlamaya çalıştım. Hafızamdan bu olayı bulunca, ürperdim. Adamlar sonraki yıllarda Türkiyede skandal yaratan, kamuoyunda büyük yankı yapan olayların, raporların arkasındaki gizli servis görevlileriydi. Ve o zamanlar benim çevremde de oynuyorlardı.

ODTÜ yıllarında çevremdeki gizli servis görevlilerinden birinin Mehmet Eymür’ün sadık adamı olduğunu (galiba bir ara daire başkan yardımcılığına geldiğini duyumsadım, Mehmet Eymürün daire başkanı olduğu zaman yardımcısı olan şahsın adı uygundu, yanılıyor da olabilirim ama empati onaylıyor) gizli serviste iyi bir konumu olduğunu çıkardım. O zatın adını vermiyeceğim. Ona “stoper” adını verelim. (Deşifre olmamış ajanları ifşa etmek gibi bir niyetim yok.) Kendisini herşeye rağmen iyi biri olarak hatırlamak istiyorum. Hoyrat ama iyi kalpli insan görünümü ve havası vardı. Stoper, bir defasında yurt merdivenlerinde arkamdan “Sariyerli Erdin seninle ilgili herşeye sahip çıkmak istiyor” diye fısıldadı. Bu lafa hiç eğilmediğim için şimdi çok pişmanım. Bir defasında da bir yurt odasında “İbrahim sen ajan olacakmışsın, bize gel “ demişti. Ben de “öyle işler çok tehlikeli, bana göre değil” diyerek kestirip atmıştım. Stoper’in hızlı devrimcilerden olduğunu sanıyordum. Bu sözle, bana kendisinin ajan olduğunu açıklamış oluyordu. Yine de hiç ağzımdan kaçırmadım. O günlerde beladan sakınmak, ajanlıkmış devrimcilikmiş tehlikeli işlerden uzak durmak amacındaydım. Stoper’i bir kez de Ankarada Karakusunlar semtindeki Orta Doğu sitesinde gördüm. Mehmet Eymür’ün dupleks evinin bahçesinde Mehmet Eymürle birlikte ayakta bana doğru bakıyorlardı. Kendisine kırgındım ve ODTÜ'de iken uzak durmayı seçer olmuştum. Mehmet Eymür bana alçak sesle bir şeyler söylemeye calıştı, bak arkadaşın demeye çalışıyordu galiba. Önemsemedim. (simdi stoper ile orada konuşmadığım için hayıflanıyorum) Stoper bir kez de 1994 yılında Necatibey Caddesinde arkamdan “kaç kere ölümden kıl payı kurtuldun” diye alçak sesle mırıldandı ve hemen kayboldu. Kendisine seslenmekte geciktim. Şimdi her ikisinin de benzeri olduğunu anlıyorum. Yüksek rütbeli bir ajandı ve bana kendisi yol ortasında gelmiyecekti elbette.

1981 veya 1982 yılı olmalıydı. Orta Doğu sitesinde iki üç kişi ortak bir ev kiralamıştık. Bir gün evde televizyon seyrediyorduk. Televizyonda MİT müsteşarı Adnan Ersöz kalabalık önünde konuşma yapıyordu. Konuşması sırasında galiba dili dolaşıyor pek de iyi performans gösteremiyordu. Gevşek bir anımdı. Boş bulunup “ne biçim konuşuyor” anlamında bir cümle, ardından da uygunsuz bir söz sarfetmiş bulundum. 1 veya 2 gün sonra olmalı, apartmanın önünde takım elbiseli Adnan Ersoz Paşa bana kükredi; “özür dile”. Şaşkına dönmüş ve korkmuştum. Hiçbir tepki veremedim. Dilim tutuldu. Usulca uzaklaştım. O zamanlar Adnan Ersöz Paşanın gerçeği sanmıştım, elbette gerçeği değildi. Şimdi anlıyorum ki bazı Gizli Servisçiler bana dinlendiğimi anlatmak istemiş olmalılar. Ne yazık ki Gizli Servisin benimle ilgilenebileceği, bana vakit ayırabileceği aklımın ucundan bile geçmemişti.

Bu olaydan sonra bir hafta içinde olmalıydı. Her günkü gibi bakkala gidiyordum. Yolun bitişiğindeki Mehmet Eymür'ün evinin yanından geçiyordum. Bahçesinde elinde küreğiyle Mehmet Eymür bana doğru bakarak “gördün mü evladım bir lafın yüzünden başımıza bir manyağı getirdiler” anlamında mırıldandı. Hiç bir anlam verememiştim.

Durumu bana seneler sonra empati ile açıkladılar; Benim Adnan Ersöz Paşa hakkında ettiğim gelişigüzel sözü allayıp pullayıp Adnan Paşaya ileten Ethem Cangörüyü, Adnan Paşa sevmiş. Ethem Cangörüyü yüksekçe bir makama getirmiş. Doğru ise vah yazık gizli servisin haline.

( Not: Hemen hatırlatayım; Ethem Cangörü 11 yaş ile 17 yaşım arasında bana 7 kere elle sarkıntılık yapan, bana yönelik iğrenç cinsel fantezilerini ulu orta bir kaç defa haykırabilmiş bir sapıktır. Aydın'ın bir kasabasında terzi kalfası iken 8 yaşında bir oğlan çocuğunun ırzına geçip öldürmekten ağır hapis cezası aldığı, hapishaneden ajanlığa terfi ettirildiği, ajanlık yaparken de çocuklara yönelik sapık eğilimlerini sergilediğini duyumsadım. 11 yaşında iken beni kaçırmaya kalkışmıştı, yetişen gögü tanıkları sayesinde kurtulmuştum. Ajan olunca mahkumiyetleri ile ilgili bütün kanıtları yok ettiği, yol ortasında tartıştığı sivili beylik tabancasıyla vurup öldürdüğü, benzin alırken tartıştığı benzinciyi iksirleyerek öldürdüğü, hasımlarının kadınlarına ajan gönderip ırzına geçtirtiğini, bu tür cürümleri işlemeyi meslek hayatı boyunca sürdürdüğünü duyumsadım. 1980'den sonra rütbesi yükseltilince sol eylemcileri yakalamak seçeneğini tercih etmeyip hepsini kurşuna dizdirdiğini, "oğlancı olduğu MIT tarafından saptanmış" 6 tane sapığın MIT ajanı olarak işe alınmasını uygunlaştırmakta başarılı olduğunu duyumsadım. Ethem Cangörü'ye göre "çocuk seksi yapmak" ufak bir kabahat sayılırmış. Izmirde makinistlik yaparken (ajanlığın yanısıra) Demirlibahçe istasyonunda beni kaçırmak istemiş ve kurtarmak isteyen ajanlar çevremde korumaya almışlar. Ben o zaman durumun acaipliğini farketmiş ama işin içyüzünü anlıyamamıştım. Bazı yasakların kalktığı bir gelecekte, meslektaşları Ethem Cangörü'nün cinsel tercihleri konusunda geniş açıklamalar yapabilirler. Ama benim anlıyabildiğim kadarıyla, MIT'in bu ünlü sapığı, fırsatını bulduğu zaman "güzel yüzlü oğlan çocukları" tercih ediyormuş. Onlardan bulamazsa "oğlansı kız çocuklarını" da deneyebilirmiş. Böyle bir pespaye kişiliğin naıl olup da MIT'da hayat bulup yeşerdiğine şaşırdım ve bağırmak istedim.)

1994 yılında Ankara Atatürk Bulvarında yürürken Milli Eğitim Bakanlığı hizasındaki üst geçit civarında bir gurup gizli servis görevlisi bana bir kısa gösteri (mizansen diyelim) yaptılar (çok fazla yaptıkları şeydir). O mizansende Mehmet Eymürün fiziğini daha çok andırmakla beraber Adnan Ersözün konuşma tarzına ve sesine daha uygunca biri “bizim çocukları da öldürecekmiş” diye sızlanıyordu. Hala ne demek istediler acaba diye düşünüyorum ve çıkaramıyorum. Benim birilerini öldürmeye geldiğimi mi sanıyor bazı insanlar. O görünümlü adam Mehmet Eymür’e benziyordu ama burnu daha yumuşak hatlıydı. Hem ne Mehmet Eymür ne Adnan Ersöz, biri kendilerini vuracakmış diye bu şekilde yakınmayacaktır herhalde diye düşündüm. Bu ikisi benden hiç çekinmeyeceklerdir. Ben hiç adam öldürmediğim gibi hayatımda hiç tabanca kullanmadım. Gizli serviscilerin bana vermek istedikleri mesajı anlayabilmek için önkoşul olan bilgilere sahip değildim. Bu yüzden bu mizanseni yorumlayamadım. Birisi açıklasa çok rahatlayacağım. (Çok sonra açıklama geldi. O günlerde Mehmet Eymür kendisinin ve bazı arkadaşlarının öldürüleceğinden çekinmeye başlamış. Nedeni de benim çevremdeki yoğunlaşan kuşatma, ve beni konuşturma çabaları sonucu ortaya çıkabilecek “İbrahim Aksoylu ve cahil anası hiçbir zaman ajan olmamıştır” gerçeği imiş. Benim ajan olmadığım kimseyi iksirletmediğim ortaya çıkarsa benim adıma yaptıkları eylemlerin sorumlusu sayılacaklar ve güç duruma düşürüleceklermiş. 8 Nisan 2001)

1999 senesi bahar aylarında Başbakanlığa verdiğim dilekçemin ilk cümlesinde “hiçbir zaman hiçbir gizli serviste hiçbir görev almadığımı” “bana yönelik eylemlerin failleri ve sorumluları ile yargı önünde hesaplaşabilmem için gerekli işlemlerin yapılmasını istediğimi“ belirttim. Bir kaç gün sonra Mehmet Eymür’ün Amerikadan korunma istediğini gazeteler yazdı. 2000 yılının Mayıs ayında olmalı, Melbourne Başkonsolosluğuna empati ile çağrıldım. Konsolosluğun bekleme salonunda yarım saat kadar bekletildim. Ertesi gün gazeteler Mehmet Eymür’ün Türkiye tarafından ABD’den istendiğini yazdı. Konsolosluğun salonunda kamerayla izlenmiş ve yerim saptanmıştı. Gizli servisin değişik fraksiyonları benim yerimi yanlış bildiriyordu. Doğru yerim saptanınca, benim yerime adam geçirip yanlış söylemlerle kendi durumlarını kurtaranların durumları değersizleşti. Demek bunlardan biri de Mehmet Eymür idi. Bir süre sonra Avustralya Başbakanlığına çevremdeki ağılama olayları için bir şikayet dilekçesi yazdım. Ertesi günü Sabah Gazetesi Mehmet Eymür’ün Türkiye’ye dönmek istediğini, cangüvenliği yüzünden ABD'de bulunduğunu söylediğini yazdı. Bu 3 olayı değerlendirince, ben ve Mehmet Eymür tahteravallinin iki ucundaydık sanki diye düşündüm. Elbette o çok daha ağır basıyordu.

Beni ve bazı yakınlarımı ajan gösterip birçok insana “payanda veya kalkan” olarak kullanma izni veren Mehmet Eymür’ün savunucuları çoktu. O delişmen bir ajandı ama, Ethem Cangörü gibi sapık biri değildi. Pek çok değerli insan suç ortağı olmuştu. Bu insanlardan bazıları çok güçlü ve etkili makamlarda idiler. Geriye dönüp bakınca eski MİT müsteşarı Sönmez Köksal’ın bunlardan biri olduğunu çıkardım. Kendisi Mehmet Eymürle aile dostu olmalı. Bu dostluk babaları Osman Köksal ve Mazhar Eymürden miras alınan bir dostluk olabilir. Bu dostlukları ve "beni ve yakın akrabalarımı payanda/kalkan olarak kullanma" işindeki suç ortaklıkları Mehmet Eymür”ün çok işine yaradı. Bu ilişki sayesinde, beni kurtarmak isteyenlerin çabalarını boşa çıkaracak hamleleri yaptırmayı başardı. Mehmet Eymür çok güç durumda iken, MIT’in en tepesindeki Sönmez Köksal ve diğer büyük suç ortakları Erkan Gürvit, Emre Taner, Şenkal Atasagun sayesinde ceza almadan kolayca kurtulabildi.

Bu konuda daha sonra başka bilgiler edindim. 1960 ihtilalinde Mazhar Eymür MAH'ın (o zamanki istihbarat örgütü) Elektronik Haberalma Dairesi Başkanı imiş. Ve ihtilalcileri iktidara jurnallememiş. İhtilacilere bir hediye bile sunmuş; "İksir vereceksiniz şu keçi çobanının adına gösterebiliriz". Bazı ihtilaciler bu hediyenin üstüne atlamış. İhtilacilerle bazı eski Demokrat partili politikacılar uzun yıllar boyu birbirlerini iksirleyip durmuşlar. Bir süre sonra her iki kesim de iksirlerini verirken bizim adımıza gösterir olmuş. Sönmez Köksal'ın babası Osman Köksalın da 1960 ihtilalinin güçlü albaylarından olduğunu hatırlamakta yarar var.

1994 yılında beni kurtarmak isteyen gizli servis görevlileri yoğun çaba sarfetmeye baslayınca Mehmet Eymür korumacılarının karşı çabaları artmaya, hem de çirkinleşmeye başladı. Beni komik biri haline getirmekti amaçları. Bunu empati ile beynimi esir alarak, yalan yanlış bilgilerle kafamı doldurarak yaptılar. 1994 baharında beni akıl hastanesine attırma işlemi onların katıldıkları bir eylem olmalı. Akıl hastanesine kapatılmamı sağlayanların istencilerin gurubu olduğunu sonradan anladım. Hemen hatırlatayım; Gizli servisciler bizi payanda/kalkan olarak kullananlara, yani bizi ajan varsayıp kendi hasımlarına iksir verdirip, bunu bizim adımıza verilmis gibi gösterenlere “çingene” diyor. Niye mi çingene? Çünkü kendi sağlığı yerine benimkinden harcıyor. Benim bedenimi, karaciğerimi, böbreğimi, kalbimi, bağırsaklarımı, beynimi çürutüyor. Aralarında sosyal demokrat seçkinler de olduğuna göre çingenenin öztürkçesini kullanmayı, “istenci” demeyi bugünlük yeğledim. İstenciler beni akıl hastası varsaydırarak kendi kabahatlerini sürdürmeyi istemişler. "Yani şimdi, bunca sene sonra bizi mi adam iksirliyor göstereceksiniz, elbette İbrahim Aksoylu iksirliyor gösterilecek, aksini söylüyorsa akıl hastasıdır"; Empati ile bana iletilen soğuk şaka böyle. Bu gelişmenin Mehmet Eymür grubu’nun ekmeğine yağ sürdüğü kesin.

1995 yılı Ocak ayında bana başbakanlık danışmanı Yaman Aşıkoğlu’na gidip durumu anlatmam hatta iş istemem söylendi. Başbakanlıktan sorunca hastanede kan kanserinden olüm döşeğinde olduğunu öğrendim. 4 ay içinde ölecekti ve ölmeden once bana kurtulmam icin gerekli açıklamaları yapmak istemişti. Kendisini o zaman hatırlıyamadım, ama çağrıldığım için gitmeyi düşünmüştüm. Bu gelişme, bizi payanda/kalkan olarak kullanıp çok ağır eylemler yapanların kızmasına neden olmuş. Beni kovalama hatta öldürme projeleri gündeme gelmeye başlamıs. O günlerde pencereme tabancalı bir adam çıkardılar. Yolda “seni öldürecekler” yazılı karton gösterdiler. Bir söyleme göre Mehmet Eymür’ü kurtarmak isteyen müsteşar Sönmez Köksal beni öldürtmeyi bile düşündü. Bir başka söylem de Ethem Cangörü’nün çocukları öldürtmeyi istiyordu. İkincisinin öteden beri istediği şey olduğunu öğrendim. Birincisinden şüpheliyim ama doğru çıksa hiç şaşırmam. Çünkü Mehmet Eymür gibilerinin bizim gibi insanların hayatına pek de değer vermeyeceği ortada. Onun payanda yapması ve 1500 den fazla insana bu izni vermesinden sonra teyzem ağılanarak kalp hastası, anam ağır kolit ve geri zekalı yapıldı. Pek çok yakınım hasta, geri zekalı, cüce, özürlü yapıldı. İksirlenerek ucubeye çevrilen yakınlarım oldu. Mehmet Eymür ve diğer “büyük istenciler” çok daha büyük kavgaları için bizi harcamayı çoktan öngörmüşlerdi.

Bu günlerde anlıyorum ki Mehmet Eymür taraftarlarından Paris büyükelçisi Sönmez Köksal beni Avustralyada bırakmaya çalışanlar arasında yer alıyor. Bu da, daha önce çıkarabildiklerime uygun düşüyor. Acaba Sönmez Köksal da beni ve bazı yakınlarımı payanda olarak kullananlar arasında mı?

Bana "seni oldürecekler Avustralyaya kaç" uyarısını yapan ajan aynı zamanda ezilen horlanan Rum asıllı Turk ajanı rolünü yapan birisiydi ve bir söyleme göre Mehmet Eymürü kurtarmak için beni yabancı gizli servise kaçırtmaya karar veren bir gurubun ajanıydı. Bunlar arasında Sönmez Köksal, Emre Taner gibileri olması olası.

Mehmet Eymür’den şikayetçiyim.

Bu son cümle hikayeyi okuyanlara komik gelebilir ama bu cümleyi mutlaka koymam tavsiye ediliyor. Bana da çok uygun elbette. Hatta MİT bütün kanıtları ve gerçekleri empati yoluyla bile olsa, ortaya çıkarmalı ve halka açık bir mahkemede yargılanmalarını sağlamalı. Mehmet Eymür'ün arkadaşlarının pençesinden kurtulabilirsem, Mehmet Eymür hakkında dava açtırmak istiyorum. Melbourne'daki Türk Konsolosluğuna teslim edeceğim dilekçelerde bunu belirteceğim.

Ceza verilmeyecek bile olsa, şikayetçi olmam, gerçek tavrımı ortaya koymak açışından, yani sembolik açıdan önemli. Mehmet Eymür ve babasından binlerce defa, yani yediğimiz her iksir için şikayetçiyim. Bu zulmu, işkenceyi babası başlatmış olsa bile, kendisi de bilerek ve isteyerek sürdürdüğü için şikayetçiyim.



Not: Mehmet Eymür durumu şikayet etmemi hiç sevmiyormuş. Yaramaz çocuk, o kadar ağladın, bağırdın durmadı işte. Biraz da bu işe yara diyormuş. Onunla rüyamda konuşsam nasıl olurdu acaba. Bir fikir verdiler. Mesela şöyle bir konuşma olabilirmiş.



I Aksoylu: Mehmet Amca, senin gibi delikanlı, erkek adam nasıl olur da adam iksirletip benim gibi fakir çocuğun üstüne yükler?

Mehmet Eymür: “sen ver bakalım cevabını” diyecekmiş.

Ben de “sen yaşlısın yaa, ondan” diyecekmişim.

Mehmet Eymür: “benim ciğerlerim de seninki gibi küçük” diyecekmiş. “Ben de soğuğa sıcağa dayanamam” diyecekmis. “Anladın mı şimdi” diyecekmiş.

Ben de “anladım” diyecekmişim.

“Ha bir de, senin adına yazılan o düzmece mektuplar çok değerli. Onları biz kendi adımıza yazıp öldürülelim mi. O mektupları biz bir dava icin yazdırdık. Memleketi kurtaracağız. Sen de avanak avanak Sydneyde dolaşırken bir işe yaradığına sevinecektin” diyecekmiş.

"Yaa öyle mi, demek beni de kahraman şövalye yaptınız” diye sevinecekmişim.



Halbuki hiç de öyle diyesim gelmiyor. Adam zehirleyenler, vatan kurtarma iddiasıyla düzmece mektuplar yazdıranlar, ister solcu ister sağcı olsunlar yaptıklarının bedelini kendileri ödemeliler. Benim gibilerine ödetmemeliler. O zaman belki delikanlı adam olduklarına insanları inandırabilirler.



Benim, kendisinden daha sağlam ve genç olduğum iddiasi yersiz bir iddiadir. Kendisinin oğlu benden çok daha sağlıklı, sağlam yapılı, gürbüzdür. Onu koşuversin bu işe. “Hadi oğlum, yaşlı ve zayıf babanın iksirlerini yiyiver de babacığın ölmesin” diyiversin. Benim anam babam böylelerinin iksirlerini yiye yiye çürüyor.

Mehmet Eymür yine de yufka yürekli çingeneymis. Beni görünce hep üzülürmüş. Ben bile farkettim yüzündeki ifadeden. Ben bakkala giderken Orta Doğu sitesindeki evinin yanından geçerdim hep. O da kürek sallamayı bırakıp üzgün üzgün beni süzerdi.

Kendisiyle hic konuşmadık. Konuşsaydım “üzülme Mehmet Amca, sizin gibileri için, bizim gibileri feda olsun” der içini ferahlatırdım adamcağızın.

ŞENKAL ATASAGUN

Onu ilk defa lisede iken (1970 veya 71 yılı olabilir) Burdurda muhtemelen Gazi caddesi üzerinde bir dükkanın önünde babamla ayaküstü konuşurken hatırlıyorum. Babama “Veli Bey size yapılacak bir işi önledim” anlamında bir şeyler anlatıyordu. Kendisinin Burdurda lise öğretmeni olduğunu söylemişlerdi.

Aynı yıllarda bir gün Erikli Köyünün camisinin önünde babamla ayaküstü kısa bir süre konuşup ayrılmıştı.

Bir başka sefer de Erikli Köyündeki evimize gelen bir gurup iyi giyimli insanlar arasındaydı. Yer minderine oturmuştu. Yüz ifadesi ve konuşma biçimi etkileyici idi. Galiba babama “Veli Bey burayı satın şehre yerleşin” diye tavsiyede bulunmuştu.

Lise sonda veya lise ikide iken (1970 71 veya 72 tam hatırlamıyorum) İzmir Kolejinin yemekhanesinin önünde, ben tam oralarda iken bir hocam ile ağız dalaşı yapan adamın Şenkal Atasagun olduğuna vakıf oldum. Şenkal Bey ve hocam ağdalı, usturuplu cümleler ile konuşuyor ve sanki birbirlerine rest çekiyorlardı. Ama birbirlerinin sözlerini hiç kesmiyorlardı. Sanki tiyatrolardaki kavgalar gibi, biri sözünü tamamladıktan sonra öbürü başlıyordu. Önceden hazırlanmış kalıp cümlelerini okuyorlardı gibi geldi bana. Şimdi anladığım kadarıyla rol icabı ağız kavgası yapıyorlardı. Mizansen de, beni sorguya çekmek isteyen ve buna izin vermek istemeyen iki ajanın rol icabı kavgasıydı.

Şenkal Bey, Bilal Şimşir, Orhan Aka, gibi büyükelçiler ODTÜ yıllarımda çevremde gözüktüler. Yurtların arasındaki bir forumda parka giyimli Bilal Şimşir çimenlerin üzerinde yanıma oturmuş, ve bana “sen devrimci misin” diye sormuştu. Başka bir sefer Orhan Aka ODTÜ 3.ncü yurdundaki odama gelip masamızı ilaçlayıp ayrılmıştı.

ODTÜ pastanesinde yanıbaşıma sandalye çekip oturan Umut Arıktı. Bir defasında Ankarada Atatürk Bulvarı üzerinde “gel sana Dışişlerinde iş vereyim” diyen de Umut Arıka çok benziyordu.

Şunu anlıyorum ki benim çevremde dönen olaylara karışanlar arasında pek çok büyükelçi ve yüksek rütbeli gizli servis görevlisi var. Mazhar Eymür’ün adamları beni küçücükken ajan gösterip (gizli servis bordroda göstermeden bazı insanları ajan yapabilirmis, hatta bir kediyi, köpeği bile ajan sayabilirmis) payanda ve kalkan olarak kuşanırlar. Sonra da suçlarına pek çok ajanı büyükelçiyi üst düzey bürokratı ortak ederler. Elleri bu çamura bulanan çok fazla “değerli” insan olunca (mesela 1500 ) o insanlara ceza vermek yerine benim ve yakınlarımın çilesinin sürmesini sağlamayı seçerler. 1999 baharında Başbakanlığa verdiğim bir şikayet dilekçem, elleri bu çamura bulanmamış basiretli bir bürokratın eline geçince aralarından Mehmet Eymür’ü feda ederler. Halbuki daha yüzlercesi var.

Öyle değil mi Şenkal Bey, siz de dahildiniz bu oyuna. Benim Lise yıllarımda etkili bir roldeydiniz. Taa Burdur’da bir yıl öğretmen olarak görev yapmayı kabul edebilecek kadar içindeydiniz hem. Köydeki evimizin sahanlığında yer minderine bağdaş kuranlar arasında kısa boyluca, sağlam yapılı esmer Emre Taner de oldu sizin gibi. Mikdat Alpay da oldu muhtemelen. Niye kamuoyuna gerçeği söylemiyorsunuz? Suçu tamamen Mehmet Eymür’e yükleyip diğerlerini kaçırıyorsunuz. Daha 1500 kadar gizli servis kökenli veya ilişkili insan var bu çamura elleri bulaşan. Bu 1500 kişi oturup konuşup, basiretli bir karar alsanız olmaz mı? “Bu kimsesiz ve suçsuz aileyi zehirlemeyi empati ile beyinlerini zonklatmayı eziyet etmeyi durduralım, sorumluluğun ne kadarı bizimse kabullenelim, bu ailenin heder edilmesini önleyelim. Belki 10 yıl belki 20 yıl sonra, bir gün bu dosyalar kamuoyuna açılır ve hepimizin adı lanetle anılır.” deseniz nasıl olur?

MİT üst düzey yönetiminden kaç tanesinin elleri bu çamurla kirlenmiş durumda Şenkal Bey? Pek çoğunun elbet. Sizin bu yaptığınızı küçük rütbeli ajanlarınız utançla izliyor. Bir gün sizin adlarınız şeref defterine değil, utanç defterine kazınır.



Şenkal Bey ile Ruyamda konuşsam şikayetimi doğrudan kendisine yapsam nasıl olurdu acaba?

İbrahim Aksoylu: Niye ailemi zehirleyenleri, kuşananları kovmuyorsunuz?

Şenkal Atasagun: MIT'i lağvedemem. Yüzde onbeşini kovamam ajanlarımın.

Ibrahim Aksoylu: Meclise havale et onlar yeni yasa yapıp çözsünler.

Şenkal Atasagun:Bazı değerli ve önemli büyüklerime sen ve ailen lazım.

İbrahim Aksoylu: Niye?

Şenkal Atasagun:Sizi ayırırsak, kimin yanından iksir verdirilecek?

İbrahim Aksoylu: Başka bir fakir-zavallı bulsak olmaz mı?

Şenkal Atasagun:Mehmet Eymür'den almışlar seni. İyice eskiyene kadar kullanacaklar.

İbrahim Aksoylu:Ben onu sikayet etmiştim. Dilekçemi almadılar mı?

Senkal Atasagun:Meclis senin ajan varsayılmanı kabul etti bile.

İbrahim Aksoylu: Ajan değilim. Kim söyledi bunu onlara?

Erkan Gürvit: Ben söylemedim ona göre.

Şenkal Atasagun: Ajansın işte. Sen, anan, baban kundaktaki bebelerinize kadar ajansınız. Herkesi siz iksirliyorsunuz.

Ibrahim Aksoylu: Doğru değil.

Şenkal Atasagun: Ne yani bütün MIT ajanları, değerli abilerim yalancı da, bir tek sen mi doğru söylüyorsun.

İbrahim Aksoylu: Bari bize eziyet etmeyi durdur.

Şenkal Atasagun: Ajanlarım ve abilerim daha geçerli.

İbrahim Aksoylu:Onları ben şikayet bile etmeyeyim de, sen gene insaf et de durdur.

Şenkal Atasagun:Onlar çok geçerli. Şalvarlı bir köylü kocakarı ve oğlu için şu kadar geçerli adama haksız dedirtmem.

Ibrahim Aksoylu: Ben de herşeyi internette açıklarım.

Senkal Atasagün: Seni yirmi sene hapse attırırım o yazdıkların yüzünden.

İbrahim Aksoylu: Tamam tamam. Ben zaten deliyim.

Şenkal Atasagun: Hah şöyle. Akıllandın demek.



EMRE TANER (MİT OPERASYONLA İLGİLİ DAİRE BAŞKANI)




Emre Taner benim ODTÜ ögrencisi olduğum yıllarda Ögrenci Temsilciler Konseyi Başkanlığı yapmıştı. Elektrik Bölümünde marksizm üzerine seminer verirken kısa bir süre dinleyip ayrıldığımı hatırlıyorum. Bir başka gün, ODTÜ kafetaryasında karşıma oturup bana tam algılayamadığım birkaç söz sarfettiğini hatırlıyorum. Başka bir gün, ODTÜ kampüsü içinde yolda yürürken, bir kaç adım uzaktan alçak sesle bana bir şeyler söylemeye çalıstığını hatırlıyorum. Bunun, gizli servise göre bir çeşit "mesaj iletme" yöntemi olduğunu o zamanlar bilmiyordum.

Emre Taner’i ODTÜ ögrencisi iken Erikli Köyündeki evimizin sahanlığında yer minderine oturan misafirler arasında gördüğümü hatırlıyorum. Esmer sağlam yapılı nemrut yüzlü çevik genç bir adamdı. Babamın eline su bile dökebilmişti. Köyde su bakraçlarla eve taşınır ve ibrikle su dökülerek el yıkanırdı. Emre Taner babamın eline su dökmeyi kendiliğinden yaparak saygı gösterisinde bulunmuştu. Ama ninemin eşeğine çuvalları sararken urganları bağlamayı hiç becerememiş, ninem de kendilerine "elinizden hiç bir şey gelmiyo" diye serzenişte bulunmuştu. O halleriyle Emre Taner köydeki görgüye uygun davranmayı istemiş ama "eşeğe çuval sarma dersi"ni iyi çalışmadığı belli olmuştu. Yine de "köy görgüsüne uygun olma çabası" takdire değerdi. Bu çabayı Erkan Gürvit, Erdin Günçe, hatta Süleyman Şaşa da bile göremedim.

Başbakanlığa elden verdiğim şikayet dilekçelerimin işleme konulmamasından dert yandığım günlerde bu adamın benzerini karşıma çıkardılar ve yanımdan geçirdiler. Onların tabiri ile “yanından geçmek” sana karşı oyun oynamış, sana zararlı olmuş demekti. Böylece şikayetlerimi kimin kaale aldırmadığını öğrenmiş oldum.

Başbakanlığa bir şikayet dilekçesi veriyor ve cevap için bekleyişe geçiyordum. Bana 15 gün içinde cevap verileceğini Başbakanlıktan söylemişlerdi. Hala cevap gelmediğini görünce tekrar dilekçe veriyor yeniden bekleyişe geçiyordum. Sonunda bir gün Basın Halkla İliskilerden takip etmeyi akıl edebildim. 4 defa gittiğim halde benim şikayetimle ilgilenecek insanı zor da olsa sonunda bulabildim. Basın Halkla İlişkiler Dairesi Başkanlığından müdür yardımcısı Mitat Sönmez konuyla ilgilendi. “Sizin hiç bir suçunuz yok. Bu bir yanlışlık, derhal durdurulacak, eğer durdurulmazsa bana gel, Daire Başkanı ile Başbakan adına konuştum (MİT antiteror Daire Başkanı Emre Taner olduğu anlaşıldı) önce inkar etti, sonra kabul etmek zorunda kaldı” dedi.

Öyle anlaşılıyor ki Emre Taner Başbakanlığa gerçeği anlatmamıştı. Acaba neyin peşindeydi.

Bir söyleme göre “bu olayda ister istemez suçlu duruma düşen, ceza görmesi gerekecek mesai arkadaşlarını, elemanlarını koruyordu”. Bu ajanlar adam iksirleyip sakatlayan, boyunu küçülten, cüceleştiren, geri zekalılaştıran, akıl hastası yapan insanlardı. Ajanlıkta böyle şeyler olurdu. “Sen de ona yap gücün yetiyorsa, ama yargıya gidemezsin”, onların görgüsü buydu.

Bir başka söylem de çok önemli bazı insanların ricası üzerine bu durumun sürmesini sağlamak zorundaydı. Ethem Cangörü’nün oğlunun ağır ceza görmemesi için araya giren çok önemli şahsiyetler olmuştu.

Bir söylem de, birbirlerinin suçlarını saklamak, çeteler arasında gizli bir dayanışmaydı. Birbiriyle gizli servis görgüsüne göre kıyasıya savaşan çeteler, iş denetlemeye veya yargıya geldi mi dayanışma içine girip birbirlerinin suçunu örtbas ediyorlardı. Emre Taner Mehmet Eymür’e yakın biri olarak zaten olayın tarafıydı.

Sonuç olarak Emre Taner yalnız kendisi için değil dostları ve yakınları için bile beni ve yakın akrabalarımı payanda kalkan olarak kuşanmayı 70'li yıllardan beri yapmayı sürdürmüs bir ajandır. Bizi kolay kolay bırakmayacaktır. Şikayet dilekçelerimi işleme koydurtmamak için her yolu deneyecektir.

İşin tuhafı, Emre Taner Avustralya’dan da kurtulmamı istemiyor. Adamları buralarda bunun için de çaba sarfediyor. İşaretler bu yönde. Hiç sesini çıkarmadan 3 sene daha bekle demek istiyor.

Emre Taner’in adamları ayaklarıma asitli bir iksir serpiyor. Bu iksir, suni elyaftan imal edilen çamaşırların kimyasal bileşimini bozuyor ve iksirlenen çamaşırlar gitgide katılaşıyor. Bu iksir ayakları sızlatıyor. Her gün bir saat ayaklarımı suda bekleterek sızıyı hafifletmeye çalışıyorum. Bugün (26 mart 2001) evin zemini o iksirle iksirlenmiş durumda. Bastıkça ayağıma sirayet ediyor ordan da örtülere geçiyor. Alkolde bekletirsem iksirli çamasırlardan yarısı çıkıyor bu iksirin. Bir çesit alkoloid olması muhtemel.

Yatağım olursa iksirleniyor. Bu yüzden yatağım bile olamıyor. Yere serdiğim çarşafların üzerinde yatıyorum. Çarşafları da iksirledikleri oldu, o zaman yere serdiğim gazetenin üzerinde yatıyorum. Yiyeceklerim, çamaşırlarım iksirleniyor. Bu yüzden bir kat yedek çamaşırımı, satın aldığım yiyeceklerimi sırt çantamda yanımda taşıyorum. Dışarda yürürken üstüm başım ve sırt çantam da iksirleniyor.

Emre Taner’in şikayetlerimi sümenaltı yaptığı kanaatindeyim. Yanlış bilgilendirme değildi onun durumu. Olayı taa başından beri biliyordu. 1970’li yıllardan beri işin içindeydi. Benim ve ailemin, bu kavgadan haberleri bile olmayan sucsuz insanlar olduklarını ve ajanlar tarafından örselendiklerini, zehirlendiklerini, istismar edildiklerini de biliyordu. Bizim zehirlene zehirlene hastalandırılmamız, öldürülmemiz pahasına, onun bizi payanda veya kalkan olarak kullanan, bizi zehirleten, bize eziyet eden ajanları kurtulmalıydı.

Beni iksirleyen Avustralyalı 15 yaşlarındaki tezgahtar çocuklar, Türk gizli servis görevlilerinin bir vatandaşlarını zehirlediklerini öğreniyor. Gizli Servis görevlileri beni zehirlemeyi Türk halkının parasını ödeyerek böyle insanlara yaptırıyor. Kim bu tür eylemlerin Türkiyeye itibar kazandıracağını söyleyebilir?

Ya beni hemen öldür ya da bırak da yaşayabileyim Emre Taner.



NOT:Cuneyt Arcayürek’in kitabında meşhur “MİT raporu” skandalında, MİT’ten ayrılması istenen 5 kişi arasında Emre Taner’in de adı geçiyor. Diğerleri Hiram Abas, Mehmet Eymür, Mikdat Alpay. Sonuncusunu hatırlıyamadım. İlginç olan husus, benim üzerimdeki baskının iyice arttığı yıllarda daire başkanı olarak adı geçen insanların Emre Taner ve Mikdat Alpay olması. Niye kurtulmadığımın başka bir göstergesi de bu olabilir mi?

Konuyla ilgili başka bir ayrıntıyı daha eklemek istiyorum. 1998 yılında Turkiyede Başbakanlığa dilekçe verdikten sonra kaldığım otele ( Samanpazarındaki Koyunoğlu oteli ) Reha Civanlarınn babası modelinde bir adam geldi ve valizimdeki eşyalarımı ve odamı iyice iksirledi. Daha sonraki işaretlerden anlıyorum ki, bu işlemi yaptıran Emre Taner olmalıydı.

Benim arkadaşlarım yerine sen ağılanmaya devam et anlayışının MIT'te çok yaygın olduğu anlaşılıyor. Bu anlayışa en tepedekiler bile yatkın.

Not: Emre Taner köydeki evimize yarım saate yakın misafir olduğu ve ninemin eşeğine çuval sarmayı beceremediği gün, bir ara eşegimizi boş yakalayınca acele üstüne atlayıp bir kaç adım yürütmüştü. Besbelli ki çocuk eşeğe binmeyi pek istemişti. Köye gidip de eşeğe binmeden dönmek olur muydu hiç?

Nasıl anlatsam babama, bizi senelerce iksirleten adam var ya işte o adam bizim eve gelip senin eline su döken, eşeğimize çuval sarmaya kalkıp beceremeyen, sonra eşeğe atlayıp bir kaç metre yürüten esmer kısa boyluca çevik adam vardı ya işte o adam desem inanır mı acaba?



Emre Tanere rüyamda hesap sormaya kalktım.



Ibrahim Aksoylu: Alaadin Çakıcı'yi iksirletirken niye benim adıma gösteriyorsun.

Emre Taner: O da beni iksirletirken Baban Veli Hoca adına gösteriyorsa.

İbrahim Aksoylu: İkiniz kendi aranıza güzel güzel iksirleşseniz de bizi araya almasanız?

Emre Taner: Ben seni kuşanmayacaksam niye koruyayım.

İbrahim Aksoylu: Korumasan da senden kurtulsam.

Emre Taner: O zaman da babana iksir veririm Alaaddin yerine. Ister misin?

İbrahim Aksoylu: Babamı rehin aldığınızı mı ima ediyorsunuz. Iksircilik yapan babam veya ben değiliz ki.

Emre Taner: Bize göre sen ve baban, beni ve Aladdini iksirletiyor. Anlamadın mı?

Rana Akdik: Beni ananın adına göstererek iksirletiyorlar. Eğer senin adına göstererek cevaplayamazsam, doğrudan ananı kendi adıma iksirlerim.

Ayşegül Ergeç: Beni de senin adına göstererek iksirliyorlar. Ben de 29 seneden beri anan adına gösterdim iksirlerimi. Eğer anan adına cevaplayamazsam, doğrudan seni iksirlerim ona göre.

Faruk Doğu: Bana bak kaçmak yok. Şinasi ile işimi bitirene kadar öylece bekle. Senin adına cevaplayamazsam doğrudan ananı iksirletirim ha. Şinasi beni iksirlerken anan adına gösteriyor.

Emre Taner: Bu çingeneler gibi sadece 600 kadar kaldı. Seni bırakırsam aileni öldürür bu çingeneler. Kaçamazsın.

Ibrahim Aksoylu: Nerden çıktı bu insanlar? Ben keçileri kaçıracağım.

Emre Taner: Çok faydalı olur.


ERKAN GÜRVİT

Erkan Gürviti ilk defa gördüğümde 10 veya 11 yaşlarındaydım. Erikli Köyünde evimizin önündeydik. Ablamla bahçeden dönmüştük. Erkan Gürvit beraberinde birileriyle “babanız nerde” diye sormuştu. İlkokul çağındaki ablam, çocukluğuna bakmadan onun soruş biçimini ayıpladığını söylemeye çalısmıştı. O da gülerek ablama takılmıştı.

Bir ara yakınımızdaki Çamoluk Köyünün muhtar yardımcısı olarak yeniden gözüktü. Bir defasında bizim evde bir dilekçenin nasıl yazılacağı konusunda babamla alçak tonda tartıştılar. Babama “ben hukuk mezunuyum, sen bana mı öğreteceksin” anlamında çıkıştığını iyi hatırlıyorum.

Belki o yıl veya çok yakın bir zaman içinde Erkan Gürviti Erikli Köyündeki bahçemizin kapısında babama ağır bir hakaret savururken gördüm. Babam “seni karakola sürükletirim, ağzını bozma” diyordu. Erkan Gürvit “asıl ben seni sürükletirim, vali yardımcısı benim arkadaşım” diye karşılık vermişti. Babama gizli servis görgüsüne göre bir işaret verebilmek için ağır bir söz duyması gerekiyormuş. Ama babamın görgüsü buna uygun olmayınca bu numara sökmemiş.

3 veya 4 sene sonra İzmir Kolejinin orta 1 veya 2nci sınıfında olmalıydım. Yazın Erikli Köyündeki evimizde Erkan Gürvit geldi. Daha iyi giyimli daha rahat ve güvenli bir hali vardı. Babam tanıyamadı. Ben bile bu yıllarda çıkarabildim. Yer minderine oturdu. Babamla 20 dk kadar sohbet ettiler. Ben kenarda otururken yırtık çoraplarıma gözü takıldı. Erkan Gürvit “çocuğa çorap alsana” diye babama tavsiyede bulunmuştu. Babam da “köy yerinde böyle olur” diye karşılık vermişti.

İzmir Kolejinin Orta 2sinde veya orta 3nde olmalıydım. Erkan Gürvit İzmir Kolejinde birkaç ay (yarım sömestir olabilir) ders verdi. Galiba askerlik(Milli Güvenlik) dersiydi. Bir gün yemekhaneye giderken yanımdan bana alçak sesle “bana karşı çık da seni çıkarayım” gibi bir söz sarfetmişti. O yıllarda “hocalardan mümkün mertebe uzak durmak iyidir” felsefesine bağlı olduğumdan hiç anlamadığım bu söze kafa yormadan geçip gitmiştim.

1968 doğumlu kardeşim 2.5 yaşında bir çocuk iken, bizim eve hanımı Şenay Gürvit ile geldiler. Şalvarlı ve başı yazmalı Şenay Hanım köylü kadını havasını vermeye çalışıyordu. Ama yufka ekmeklerini çilemeyi becerememişti. Anam ocakta yufka pişiriyordu. Hamur teknesi, un çuvalı, yeni pişmis yufka yığını arasında Şenay Hanım anamın yanına oturdu. Erkan Bey de babamın yanına duvar dibine yer minderine oturdu. 2.5 yaşındaki kardeşimin Şenay Hanıma "anamın ekmeklerini elleme" diye kızmasına hepimiz eğlenmistik. Şenay Hanım pek eğlenmemiş olmalı çocuğu tokatlamıştı. Duruma benim bile canımın sıkıldığını iyi hatırlıyorum. Eve gelen davetsiz misafir, ev sahibinin önünde, ev sahibinin ikibuçuk yaşındaki çocuğuna dayak atabilmişti. Bu görgüyü çok yadırgamıştım. Daha sonra Şenay Hanım ve Erkan Gürvit kardeşimi elinden tutup dışarda tarlaların bahçenin içinde gezdirmişlerdi. Kendilerine hangi sahte adı verdiklerini hatırlayamıyorum. (daha sonra hatırladım. Konuşmayı yeni yeni öğrenmeye başlayan 2.5 yaşındaki kardeşim, Şenay adını Şinanay diye söyleyebilmisti ve hepimiz ona gülmüştük. Demek ki Şenay Hanım sahte ad kullanmaya gerek duymamıştı. Erkan Beyin hangi ismi kullandığını hala hatırlayamadım. O zaman bu simaları daha önce gördüğümü hatırlamaya hiç çalışmadım. Kafa yorsam hatırlayabilecektim.).

İkidebir tarlada bahçede dolaşıp eve geldiğimi gören Şenay Hanım "her günün böyle mi geçiyor" diye sormuştu. Ben nezaket icabı basmakalıp bir cevap verip konuşmayı uzatmamıştım. Bana göre, Şenay Hanım o civarda bir köy öğretmeninin hanımı idi. Mesleği de ilkokul öğretmeni veya ebe belki de sade bir ev hanımı olsa gerekti. (Not:(21 Ocak 2002) Erkan Bey'in hangi uydurma nedenle evimize geldiğini şimdi hatırlayabildim. Erkan Bey yakınımızdaki Kapaklı köyüne tayini çıkan bir öğretmen olduğunu söylemişti, ve babama "kabul edeyim mi yoksa başka bir yer mi bulayım kendime" diye danışmaya gelmişti. Babam da "3 sene çalış sonra kendi memleketine yerleş" diye akıl vermişti. Şenay Hanım yufka pişirmeye çalışırken akdıraçla yufkaları saçın üzerinde çevirememiş, ekmekleri bozmuştu. Bunu gören gören anam ve babam bu genç ve toy(!) çifte acımışlar "ekmek pişirmeyi öğreninceye kadar birisinden alırsınız" diye teselli etmişlerdi. Köyde ekmek bakkaldan alınmazdı, herkes kendi ekmeğini kendi pişirirdi. Anam babam misafirlerimiz evden ayrılınca, arkalarından "nasıl yapacaklar bunlar, daha ekmek pişirmesini bile bilmiyor gelin" diye acımışlardı)

(sonradan eklediğim not; Nerden bilebilirdim ki, haşmetmeaplarının mahdumu olacaklarını ve benim saf güngörmemiş ailemi kendilerine kalkan payanda yaptıklarını, adam iksirletip bizim üstümüze yıkmayı yıllardır sürdürdüklerini. Şenay Hanım ve Erkan Bey'in anamı, babamı, kızkardeşimin çocuklarını, kardeşim askeri hakim İlter Aksoylu'yu ve çocuklarını hala kalkan ve payanda olarak kullandıklarına dair işaret alıyorum)

ODTÜ yıllarımda bir defasında Erkan Gürvit'in kafeteryadaki masada tam karşıma oturduğunu bana bir şeyler söylemeye çalıştığını hatırlıyorum.

ODTÜ’de okurken, bir gün, yurtlardan kafeteryaya giderken yanıbaşımda belirdi, bana sataşan iriyarı birine, karşı çıkmamı istemişti. Ben bu acaip tavırlı insanlardan acele uzaklaşmayı seçmiştim.

ODTÜ'de okurken kafeterya ile Kimya Bölümü arasında merdivenlere doğru ilerlerken bir adam, sarı saçlı küçük bir kız çocuğunun elini elime tutuşturdu. Babası olmalı diye düşüdüm. Böyle bir durumda geri çevirmek nezaketsizlik olacaktı. Birkaç adım elinden tuttum küçük kız çocuğunun. Babasının konuştuklarını algılamaya çalısabilecek durumda değildim. Küçük kızını sevmemin, hoşuna gittiğini, bununla ilgili konuştuğunu varsaymıştım. "Çocuklarını bile sev bu kızın" dediğini hatırlıyabiliyorum. Adam Erkan Gürvit, küçük kız çocuğu da Ayça Gürvit idi. Bir adım arkamızda ise Şenay Gürvit yürüyordu. (Uzun yıllar sonra, bu günlerde bu olayı hafızamın bir köşesinden bulunca, hangi maksatla küçük kız çocuğunu elime verdiklerini tahmin edebildim. Şenay Gürvit'in çocuğunun payandası ve kalkanı yapılıyordum. Hala da öyle yapılıyor olduğum işaretini alıyorum. 30-12-2001)

12 Eylul sonrasi, galiba 1983 veya 1984 yılı olmalıydı. Atatürk Bulvarı üzerinde kendisinin gençliğini (20’li yaşlardaki halini) çıkardılar. Ben 10, 11 yaşlarındayken köyde bizim eve gelen Erkan Gürvit yolun kenarında ayakta bekliyordu. Birisi onu bana göstererek sert bir ifadeyle “bu Erkan Gürvit, nasıl geçip gidersin” gibi bir şeyler söyledi. Bu isim bana hiçbir şey hatırlatmadı. Bana bir şey söylemek isteyen önüme gelir kedini tanıtırdı. “sen de bizim için çalış biraz da” gibi söz daha duydum. Çok uyuşuk ve dalgındım. Genellikle yolda çevremle pek ilgilenmem, hayal bile kurarım. Bir kaç dakika sonra konuyu ancak değerlendirebildim. Hangi işten bahsediyordu, kimdi neyin nesiydi? Anlamaya çalışmadım. Benimle gereksiz yere ilgilenilmesinden hoşlanmamıştım.



Her halukarda Erkan Gürvit bu olayla taa gençlik yıllarından beri görev icabı ilgilenen bir gizli servis görevlisiydi. Üstelik Erkan Gürvit’in bir yakın akrabası benimle aynı dönemde İzmir Kolejinde okumuş, benimle aynı yıllarda ODTÜ'de okumuştu. ODTÜ'de, yurttaki odalarına bile seyrekçe uğradığım bu okuldaşımın durumumu bilmemesi imkansızdı. (Hatta çok iyi bildiğine dair bazı sözlerini şimdi hatırlayabildim, o zaman algılayamamıştım. 29-12-2001)

Hiç değilse 12 Eylül döneminde bu çarpık duruma dur demeliydi.

Bana kalırsa Erkan Gurvit daha başından beri "başkalarına iksir verdirirken ben ve ailem adına gösterebilmek" hediyesi yüzünden bu konuyla ilgilenmişti. Yakınlarından bazılarını bu yolla kurtarmak ya da daha az zarar görmelerini sağlamak istemişti. Mesela İzmir Kolejindeki öğretmen Önder Aydoğdu'yu ve Ihsan Özarallı'yı korumaya çalışırken bile iksirciliği benim adıma göstermeyi uygunlaştırdığını çıkardım. Erdin Günçe”yi bu amaçla koruduğu ve destek olduğunu düşünmek diğer gelişmelere uygun düşüyor. Yakın akrabası okuldaşım Coşkun Ayazoğlu ve onun en iyi arkadaşları Şinasi Önde ve Bülent Doğruyol'u hedefleyebilecek iksirler ben ve aileme yönlendirilerek korundular. Bu tavrın Erkan Gürvit”in tavrı olduğunu düşünmek yanlış olmaz.

Aynı tavrı yüzlerce insanın denemiş olması bile mazeret olamaz. Erkan Gürvit”i de şikayet etmek zorundayım.

Bu yaklaşımın savunmasını da yapıyorlar. Güya bizim adımıza çok fazla sayıda insan iksir verdirirse, beni korumaya (ayırmaya, kurtarmaya değil) çalışanların sayısı da artmış olurmuş. Yoksa beni daha çocukken yok edebilirlermiş. Pek çok insan bu teze inanmak istemiş. Belki Erkan Gürvit de bu akıma kapıldı. Bu yöntemin beni ancak “yarım yarım” koruyabileceği ortaya çoktan çıkmış durumda. Hem kendi yakınları arasından aynı şekilde korunan var mı, bir örnek gösterseler de samimiyetlerini ispatlasınlar.

Herkes ailemden birini gözüne kestirip onun adına iksircilik yaptırmayı bilmiş. Genç bir ajanken Erikli'ye gelen Erkan Gürvit, evimize “köylü görgüsü gereği” misafir edilmesini ve babamın aynı görgü yüzünden sıcak davranmasını istismar etmiş. Daha yanıbaşında bir saat bulunmamış bir genç adama “ben senin ağabeyinim” demesini yakınlık varsayıp hasımlarını iksirlerken babam adına gösterme hakkını elde etmeyi bilmiş.

Babamın hiçkimseyi iksirlemediğini ve kendi adına birisinin iksirlenmesine razı olmayacağını çok iyi biliyorum. Babam daha insanları iksirlemenin gizli servise göre mümkün olduğunu bilmez. Babam adına iksirlenmiş olarak gösterilen "Erkan Gürvit ve yandaşlarının" hasımları, babamı geri zekalı ve sinir hastası yaptı ve senelerce azap içinde yaşamasına sebep oldu. Bu çirkin eylemlerin arkasındaki insanları, yakın akrabasının çok sevdiği arkadaşları olduğu için, galiba işin detayını incelemeden korumuş olabilir. Aynı insanlar benim senelerce kurtulmamamı sağlamaya çalıştı. Sinasi Önde eliyle, insanları bizim çevremizden uzaklaştırdı. Hem de bize en ağır hakaretleri ettirerek ve aşağılayarak yaptı bunu. Bülent Doğruyol”un Arzu/Sencer Koç”un hasımlarını, Şinasi Önde çetesi yere serene kadar ben ve ailem onların payandası olarak kalmalı ve hiç sesimizi çıkarmamalıymışız. Erkan Gürvit bu eylemlerin ne kadarını biliyor acaba.

Erdin Günçe hakkımızdaki istihbarattan ticari amaçlı yazı yazmak için kaynak toplarken, sıvayıp boyayıp değiştiremezse Erkan Gürvit'e sığınıp kolaylık istiyor galiba. Bunu 1995 Ocak ve Şubat aylarında denediğini biliyorum. Demek Erkan Gürvitin anlayışı böyle imiş. İtiraf edeyim ki benim Erkan Gürvit ile hiç bir yakınlığım olmadı. Erkan Gürvit'e ve Erdin Günçe'ye hiç bir armağan vermedim.

1993”ten beri bir de Maksut Göksu adını fazlaca duyurdular. Bu ismi gazetelerden hatırlıyorum sadece. Hic tanımam. Erkan Gürvit'in yakını olmalı. Ne ilgisi var acaba?

İlgili diğer gelişmeleri Erkan Gürvit”in güvendiği bazı insanların (Şinasi Önde gibilerinin) yanıltmaları yüzünden olduğunu varsaysam bile ailemi kalkan payanda olarak kullanan herkesi şikayet etmek zorundayım.

Erkan Gürvit ve yakınlarının ben ve aileme yönelik eylemlerinden şikayetçiyim.





Not:

1 - Yukarıda açıklayamadığım bazı soruların cevaplarını öğrendim. Yazarlığa hevesli olan Maksut Göksu imis. Şinasi Önde yoluyla gizli servisten kaynak elde etmiş. Her nedense benim özel sohbetlerim (Maksut Göksu veya Erkan Gürvitle hiç sohbet etmedim, çok özel birisine anlatmıştım) uygun bulunmus. Bazı hikayeleri kişiselleştirmişler (empati kişiselleştirme deyimini uygun buluyor, okuyucu uygun kelimeyi buluversin). Ama bir kaç tanesini kişiselleştirmeden hediye olarak arzu etmişler. 1995 Ocak veya Şubat ayında empati ile bana “senin hayatınla ilgili skeçleri anektotları Erkan Gürvit'e verdiğini söyle, yoksa başkaları çalacak, Erkan Gürvit korunmasını sağlasın” telkininde bulundu. O günlerde çok şiddetli empati etkisi altındaydım. Daha hangi skeçleri hangi anektotları istediklerini bilmeden “skeçleri Erkan Gürvit teslim alsın” anlamında bir cümle sarfettim. Sonunda olay aydınlandı. Üzerimi dinleyerek aldıkları bazı skeçleri anektotları kullanmak, piyes film senaryosu yazma heveslisi Maksut Göksu imiş. Ricalarını kırmamışlar ve MİT görevlileri şiddetli empati ile benim beynime empoze etmişler.

Maksut Göksu yaşıtım birisi imis. Kendisini hiç tanımadım. Ama bu olayı duyunca anlayışını yadırgadım. Bana empati ile yapılan şaka “senin tükürüğün bana gelmez” şeklinde. Öyle bayağı lafları hiçkimse için kullanmam. Şikayet etmeyi denerim eğer öldürülmeyip de Türkiye'ye dönebilirsem. O da Başbakanlığa vereceğim bir dilekçe ile olur. Şikayet etmememi tavsiye ediyorlar. Korkutuyorlar. Pankreas zarını ve kalbini hedefleyen iksirler verilir diye. Aman Maksut Bey, hakkımdaki istihbaratı kırpıp kırpıp piyeslere film senaryolarına ekledikten sonra, bunun için ağladım diye bir de canımı mı alacaksınız.

Havsalaları, gözlem gücü yeterli olmayan bazı ayrıcalıklı insanlara kaynak toplamak, gizli servisin görev kapsamında mı acaba? Böyle olaylara müdahele edebilecek kadar güçlü olsaydım MIT istihbarat'ını film senaryosu, piyes için kaynak olarak kullanmak isteyenlere “havsalan gözlem gücün yetmiyorsa yazmayıver, bu kurum senin özel işletmen değil" demeyi isterdim. Herkesin bilmesinde yarar var; İstihbarat'ı amacı dışında kullanmak yasaktır.

Düşünüp düşünüp olayların bu şekilde gelişmesini hep Şinasi Önde gibilerinin yardakçı, işgüzar ama zalim ve ahlaksız anlayışına vermeye çalışıyorum. Erkan Gürvit'e doğru dürüst anlatsalardı, çok muhtemelen daha insancıl bir yaklaşım gösterebilecekti, böyle şeylere tenezzül etmeyecekti herhalde. İstihbaratı eleyip Maksut Göksu”nun yazı masasına kaynak toplamak da Şinasinin işgüzarlığında başka bir şey değildir. Maksut Göksunun da Erkan Gürvitin de MIT istihbaratı'nı amacı dışında kullanmayı denemeyeceklerini sanıyorum. Şinasi kendisi önermis, ve ikna etmek icin gerekçelerini de uygunlastırmış olmalı. Belki de beğendiği kısımları bir çok insana verdirip, sonra da “bunları dinleyen gizli servis görevlileri her yere dağıtmış zaten, yazılması biraz daha artırır o kadar, İbrahim de Coşkunu arkadaş sayar ve Erkan Gürvit'in yakını olduğunu da bilir (halbuki taa 1998 yılında ancak çıkarabildim), bu yüzden Erkan Gürvit'e (yani Coşkunun ağabeyine) güvenmek ister “ diye durumu arzetti. Halbuki ben hiçkimseye böyle bir izni vermedim ve vermeyeceğim.

Bunları, Erkan Gürvit'i iyi tanıdığım için değil, MIT müsteşar yardımcısı, Daire başkanı olabilmiş bir insan hakkında iyimser olmak istediğim için varsaymıştım.



2 – Dün, yani 30 Mayıs 2001 Çarşamba günü, her gün kendi telefonuma okuduğum ifademde “ailemle yakınlığı ve dostluğu olmadığını belirttiğim ve aileme yönelik eylemlerinden sikayetçi olduğum” insanlar listesine Erkan Gürvit adını ilave ettim. Hergün okuduğum iki sayfaya yakın ifadem, “benim adıma mektup yazanların amacı beni şaibeli göstermekten başka bir şey değildir” cümlesinde, araya giren gizli servis görevlileri tarafından kesiliyordu. Dün bu cümleyi kesmediler. Erkan Gürvit'in benim hakkımda düzmece mektup yazılması ile bir alakası olabilir miydi.



3 – 1965 senesinde İzmir Kolejinde okul müdürü İhsan Özarallı ile ögrenci Celal Doğunun ailesi arasında bir anlaşmazlık ve münakaşa olmuş. Bu anlaşmazlık karşılıklı iksirleşmeye dönüşmüş. İhsan Özarallının tarafını tutanlardan öğretmen Önder Aydoğdu, Erkan Gürvit”in desteğini sağlamış. O da senelerce Celal Doğu ve kardeşi Faruk Doğuya iksir verdirirken benim adıma göstermeyi bilmiş. Onbirbuçuk yaşında bir çocuk kalkan-payanda yapılarak Önder Aydoğdu ve İhsan Özarallı korunmuş imiş. Celal Doğunun babası MİT müsteşarı olduktan sonra ben ve ailem ağır yara almış. Erkan Gürvit de koruyoruz söylemini sürdürmüş. Ve benim yakınlarımdan hiçkimsenin olaya vakıf olmaması için gerekli önlemler alınmış.

Celal Doğunun ODTÜ”de okuyan bir yakınının beni bir kac kez uyarmaya çalıştığını bir kez yolda iterek düşürmeye çalıştığını hatırlıyorum. Celal Doğu beni İzmir Kolejinden tanıdığı için uyarmalarını istemiş olmalı. Bir kez de Şinasi benzeri birisinin aynı çocuğu uyardığını görmüştüm.

Uyarmaları, bana gelip “sen bunu iksirledin mi” diye sormak, ya da beni gösterip “işte bu iksirliyor” diye işaret etmek tarzında oluyordu. Bu sözler bana çok saçma ve anlamsız geliyordu. İksir kelimesini resimli romanlarda Temel Reisin iksiri gibi şakalarda duyuyordum. Günlük yaşamda fazla kullanıldığını duymamıştım. Gizli Servisin mevzuatı yüzünden güzelce açıklayamamışlar. Çok yazık.

Erkan Gürvit”in adamları, iksirci göstermeleri karşılığında beni korumuşlar. Kimden? Kimden olacak, kendi iksirlettiklerinden kendi hasımlarından. Ben ve yakınlarım ise, hiç habersiz zehirlenmiş durmuşuz. Kendi adlarına iksir verdirip kendi kendilerini korusalardı, bizi hiç karıştırmasalardı.

Benim ailem oldukça fakir olup, babam bir köy öğretmenidir. Tahsil masraflarım çok ağır geldiği için bir yandan da çiftcilik yaparak geçimimizi sağlamaya çalışırdık. Celal Doğu, Faruk Doğunun aileleri hem mevki makam olarak, hem de mali imkanları açısından bizle karşılaştırılamayacak kadar yüksektir. Bizim gibi zayıf, kimsesiz insanları kalkıp böyle insanların önüne yem diye atan Erkan Gürvit çetesi bir de “kurtarıyoruz” diye gerçekleri tahrif ediyor. Halbuki tam tersi. 1976 yılından beri kurtarmak isteyenleri önleyen Erkan Gürvite yakın insanlardır. 1974 ile 1991 arası Türkiyenin "en güçlü adamı" veya "en güçlü adamının en yakın adamı" olan Erkan Gürvit isteseydi, 17 yıl boyunca beni ve yakın akrabalarımı kolayca kurtarabilecek durumdaydı. 1984'de kurtarmak isteyen bir gurup ODTÜ öğretim görevlisini bana yaklaşmamaları için tehdit eden Füsun Candaner, Sencer Koç ve Ersin Tulunay, Erkan Gürvit'in koruduğu adamlardır. 1984'de beni empati ile tamamen kontrol altına alıp kurtarmak isteyenlerden tecrit etmeyi bilen de Erkan Gürvit'tir.

1992'den sonra da bana “Kürt ayrılıkçı”, “eylemci sosyalist” gibi iftiraları atabilmek icin çesitli mizansenlerle tehdit veya teşvik edenler Erkan Gürvit çetesine uygun görevlilerdir. Sydneydeki gizli servis görevlilerine düzmece mektup yazdırıp, benim Kürt ayrılıkçı olduğum iftirasını atabilmektedirler.

Nedir bu insanları bana iftira atmak zorunda bırakan; Benim keşfedebildiğim kadarıyla, iki büyük kavgada hasımlarına ağır yara verdirirken ben ve ailem adına göstermeleridir. Şinasi Önde'nin ailesi ile mücadele edenler, Bülent Doğruyol”un ailesi ile mücadele edenler ve İhsan Özarallı'nın ailesi ile mücadele edenler iksirlenirken bu insanların korumacıları olan ajanlar tarafından iksirlenmiş, ama ben ve ailem adına gösterilmiştir. Bunun gibi daha kimbilir kaç çirkin iksirleşme kavgasında ben ve ailemi payanda ve kalkan olarak kuşanmışlardır. Bu durumun anlaşılmamasını sağlamak içindir bütün çabaları.

İnsan zehirlemek uygar ülkelerdeki gibi tamamen yasaklanana kadar, bari adam zehirleyenlerin bu işi hiç ilgisiz insanların üzerine yıkmaları önlenmeli. Adam zehirleyip sonra da bizim gibi insanların üzerine ciro edenlere caydırıcı cezalar verilmeli. Şimdiye kadar bunu deneyenler kendi üzerlerine almalı.

Erkan Gürvit de korumak istediği Erdin Günçe, Önder Aydoğdu, İhsan Özarallı gibilerini iksircilik yaparak koruyacaksa hiç olmazsa o insanların kendileri adına iksircilik yaptırmayı bilmeli. Bizi hiç karıştırmamalı.

Bu tavsiyeme uymayacağını biliyorum tabii. Erkan Gürvit bu fırsatı, yani adam zehirlerken bizim adımıza ciro etme avantajını, 1964 yılında Erikli Köyüne gelerek öğrenmiş, sonra da hayat boyu devamlı kullanmış. (1960 ihtilalinin kudretli albayları yapar da geleceğin ihtilal lideri Kenan Evren geri mi kalır) Hala da kızı Ayca Gurvit’in aynı avantajı kullanmakta olduğunu anlıyorum. Kolay vazgeçmeyecektir elbette.

Erkan Gürvit’i suçlarken arkasındaki gerçek gücün kim olduğunu unutmamak lazım. 12 Eylül lideri Kenan Evren daha 1964 senesinde damadı Erkan Gürvit’i köyümüze göndererek bizden habersiz bizi kalkan/payanda olarak kullanma avantajını elde etmeyi bilmiş. Kenan Evren de kurnaz ve akıllı davranarak iksirciliğini kimsesiz ve fakir ailemin üzerine yıkan kurnaz ve akıllı gizli servis cemaatine dahil olmuş.

Kamuoyunca, özellikle halkımızın eğitimi düşük kesimince pek beğenilir Kenan Evren. Babacan, mert, namuslu, şerefli, iyiniyetli bulunur. Halbuki Kenan Evren adam zehirlemeyi meslek hayatı boyunca sürdürdü ve suçu da dağbaşındaki kimsesiz insanların üzerine yıktı. Üzerine yıktığı insanların bu cendereden hiç bir zaman kurtulmamalarını da sağladı. Damadı Erkan Gürvit, kızları Şenay Gürvit, Gülay Evren, torunu Ayca Gürvit hala adam zehirletip benim üzerime yıkan birisidir. Bunun neresi namus, neresi şeref, neresi iyiniyet, neresi ahlaktır?

Tarih bir gün Kenan Evren’in bu yüzünü de yazacaktır.



Not: Yukarıdaki görüldüğü üzere ben Erkan Gürvit’in ne yaptığını yavaş yavaş anlamışım. Bu notlar bir oturuşta yazılmadı. Şubat 2000 tarihinden beri arada bir eklemeler düzeltmeler yaparak uzadı. Arada bir, küçük bir paragraf eklenir veya bir not düşülürdü. İksirlenmek ve empati yüzünden herşeyi bir anda hatırlayabilmem imkansızdı. Senelerden beri sersemsepelek durumda yaşamımı sürdürmeye çalışıyorum. Bu şartlarda güzel yazı yazmak mümkün değil elbette.

Yazımın sonunda Erkan Gürvit’i ben ve yakın akrabalarımın çevresinde oynayanlar arasında en büyük sorumlulardan biri olarak değerlendirmişim. Buna rağmen baş kısımdaki iyimser yorumlarımı kesip atmadım. Olayı nasıl yavaş yavaş kavradığımı göstermesi açışından faydalı bile buldum.



4- 1994 yılında Ankara'da yolda gizli servis görevlileri bana "Kenan Evren ve Tansu Çiller senin şiirlerini çalacak, seni öldürtecek" mealinde uyarılarda bulundular. Tansu Çiller ile Şeniz Cangörü'yü kastettiklerini yeni anlıyabildim. Kenan Evren ile de Erdin Günçeyi kastettiklerini sanıyorum. İlişkiler ağına bakarsak Tansu Çiller'in kurtarmak istediği Şeniz Cangörü olabilir. Kenan Evren'den kurtarması istenen de Erdin Günçe olmalı. Her ikisi de hakkımızdaki istihbaratı piyes, film senaryosu, roman hikaye için kaynak hazırlamada kullanma suçu işleyen iki MİT görevlisi olacaktır. Her iki taraf da benim Türkiyeden ayrılmamı yurtdışında yaşamamı istedi. Hatta yabancı gizli servisle ilişkili Türk vatandaşı olduğum iftirasını atarak, kendi çetelerinin işledikleri suçları örtbas ettirmeyi istedi.



5- 1972-73 yıllarında ODTÜ'de oğrenci iken, hiç tanışmadığımız halde genel mekanlarda yanıma sinsice sokulan Gülay Evreni hatırladım. İksircilik yaparken benim adıma yapılmış olarak gösterebilmek için bu numaraları yaptığını şimdilerde anlıyorum. O zamanlar bir anlam verememiştim. İksirlenip ağır zekalı olduğum durumlarda çok geç algılarım, çok geç tepki verebilirim, hatta veremem. Bu yüzden uygun bir tepki veremedim. Kendisine "Pardon, siz bana niye bu kadar yaklaşıyorsunuz, geçen defa da bunu yaptınız" diye sormalıydım. Gayet iyi hatırlıyorum; ODTÜ kütüphanesinde gazetelerin okunduğu masada otururken yanıma oturan Gülay Evren, başını neredeyse kulağımın arkasına kadar yaklaştırdı. Sıkışık bir mekan değildi. Benim okuduğum şeyi merak etti, ona göz atıyor sanmıştım. O zamanki arkadaşı Alpaslan Bey, kendisine serzenişte bulunmuştu; "Niye yapıyorsun yaa bunu" diye. "Benim yerime o sordu" diye üzerinde düşünmedim. Sakın yanlış anlaşılmasın Gülay Evren ile hiç bir yakınlığım, hatta merhabam bile olmadı.

Bir başka sefer, ODTÜ'de kütüphanede bana doğru alçak sesle "senin yanından iksir verelim" dediğini hatırlayabildim. Ne dediğini algılayamamıştım. O da zaten soru sorup anlamama fırsat vermek istemediğini gösterip hemen uzaklaşmıştı.

Başka bir defasında, ODTÜ Elektrik Bölümünün civarında iken, yanımızdan geçen iki üç kişilik bir gruptaki Gülay Evren bana doğru değillemeli bir söz sarfetmişti 15, 20 metre mesafeden. Ben kendisini o yıllarda hiç bilmiyordum. Son bir buçuk yıl içinde bu ayrıntıları hatırlayıp birleştirince bazı şeyleri açıklayabildim. Gülay Evren de ablası Şenay Gürvit gibi, benim durumuma vakıftı ve ağabeyi Erkan Gürvitin anlayışına uygun olarak beni kalkan payanda olarak kullanmayı biliyordu.

Not: (3 Ocak 2002)

6- Kenan Evren'i model alarak askeri uniformalı ajanları da bana karşı çıkardıklarını düşüne düşüne hatırlayabildim. Izmir Kolejinde iken okulun bahçesinde askeri üniformalı ve "Kenan Evren'in genç hali" modeline uygun bir adam yanıbaşında Türkçe öğretmeni Önder Aydoğdu ile beraber geziniyorlardı. Tam karşımdan geliyorlardı ve üniformalı adamın gözleri daha çok bendeydi. Önder Beye beni sordu. Önder Bey de "iyi bir öğrencimizdir" diye cevaplandı. Önder Bey bir ahbabına okulu gezdiriyor sanmıştım. Kenan Evren model alınarak makyajla benzetilmiş gizli servis görevlisi olmalıydı. Yüz hatları boyu posu çok benziyordu. Ama kendisinden çok daha gençti. O üniformalı adam en fazla otuz yaşlarında gösteriyordu. O yıllarda Kenan Evren 45, 50 yaşları arasında olmalıydı. Demek ki fiziği ona benzeyen aynı yaşta birini değil de daha genç birini bulabildiler.

Önder Aydoğdu'ya "bana paşam" deme diye kızıyordu. Önder Aydoğdu da "size başka nasıl hitabedebilirim" diye karşılık veriyordu.

Böyle mizansenler bana işaret vermek, bazı şeyleri duyurmak için hazırlanırmış. Her küçük lafı inceleseymişim pek çok şeyi kavrayabilecekmişim. Yolda yolakta duyduğum her lafa kulak vermezdim. Duysam bile her birinden ince anlamlar çıkarmak için bir neden yoktu. Başımdaki belayı bilseydim üzerinde dururdum elbette.



7-1994 yılında Ankarada yol üzerinde bana Kenan Evren modeline uygunca bir insan birkaç defa çıkarıldı. Bir defasında "gel bak sana şiirlerini vereyim" diyordu. O günlerde bana "Kenan Evren senin şiirlerini çalıyor" diye uyarı yapılmıştı, az öteden ve alçak sesle yani gizli servis görgüsüne göre.

O günlerde Kenan Evren modeline giren adam bana hakaret de etti, alay da etti. Hiç karşılık vermedim.



8- 1995 yılında Şubat ayında Sydneyde bana empati ile Kenan Evren seni öldürtecek diye uyarı yapıldı. O günlerde empatinin şiddeti beynimi tamamen esir alacak kadar yüksekti. Bir o tarafa kaçıracaklar bir bu tarafta öldürecekler diye çırpınıp duruyordum.



Not: (3 Ocak 2002)

9-Şenay Gürvit, yatalak hasta, cahil, zeka özürlü anamı, hasımlarını iksirletirken kalkan ve payanda olarak kullanıyor. Anamın bu günlerde yine iç kanamadan dolayı hastanede olduğunu öğrendim. Anamı acılar içinde kıvrandıran bu kadına ilenmekten başka bir şey elimden gelmiyor. Yok mudur şu ülkede böyle cinayetlere dur diyebilecek bir namuslu yüksek rütbeli bürokrat.



10-Aynı şekilde okul çağındaki yeğenim (kızkardeşimin kızı) senelerce Şinasi Önde tarafından payanda ve kalkan olarak kullanılıyor. Şinasi Önde, hasımlarını gözünü kırpmadan zehirleyip kötürüm yaparken, delirtirken, geri zekalı yaparken hasımlarına "alın şunu iksirleyin benim yerime" diyerek, kız kardeşimin ailesini, Balıkesirdeki teyzemin ailesini, beni, anamı, babamı senelerce payanda yaparak çürütmüş müdür?



11-Şinasi Önde adındaki azılı psikopat yalnız beni değil bütün ailemi heder etmektedir. Bunları yaparken gücünü Erkan Gürvitten almakta mıdır? Onyıllar boyu Sinasi Önde Erkan Gürvit tarafından korunmuş mudur?

Erkan Gürvit sahip çıksaydı ben ve ailem tamamen kurtulmuş olurduk. Kurtulduğumuzda da Şinasi gibi, kimseden intikam almak için maceralara da atılmazdık.





12- Erkan Gürvit, son 20 yıldır benim bu cendereden kurtulmamam için uğraş vermekte midir?



13- Erkan Gürvit pek çok insanı korumayı veya himaye etmeyi üstlenmiş midir? Ben ve yakın akrabalarıma verilen iksirlerin yüzde 45'i, o insanların hasımları tarafından verilmekte midir?



ERDİN GÜNÇE



1967 yılında Bornova Anadolu Lisesinde (o zamanki adıyla İzmir Koleji) Mehmet Eymür “isteyen herkes İbrahim Aksoylu adına iksir verdirebilir” iznini verince, bu fırsata koşan bazı İstanbullu gizli servisçiler olmuş. Bunlardan en zararlısı Erdin Günçe idi. Olayla ilgilenmesinin nedeni beni ve yakınlarımı payanda ve kalkan olarak kullanmak istemesiydi.

Uzun yıllar sonra bu adamın beni ve ailemi oyuncak yapan, keyfince iksirleten, istihbarat kisvesi altında ticari amaçla sinemacılara, tiyatroculara, romancılara kaynak hazırlamak için çesitli mizansenler ortaya atıp bize eziyet eden, bizi inletip ağlatan biri olduğunu çıkardım.

Erdin Günçe adam iksirleyip de bizim adımıza yapılmış olarak gösterebilmek için, yanıbaşımızda “senin adına iksir verdiriyorum haberin olsun” anlamında bir söz sarfeder olumsuz bir cevap almazsa da kabul edilmiş sayılırmış. Babamdan aldığı cevaplar babamın hiç bir şey anlamadığını ortaya çıkarıyor; Babam “Ha veriyorsan ver bakalım” ya da “neyi veriyorsan ver”, “Ha bi de bana ver bakalım”, "dök avucuma" gibi cevapları geniş geniş verebilirdi. Babam kendi adına başkalarına zehir vermek için izin alınmaya çalışıldığını bilseydi herhalde çok öfkelenecekti.

Erdin Günçe'yi ilk defa 1968 yılında orta ikide iken gördüğümü hatırlıyorum. Köydeki evimize çat kapı gelmiş, kendisini yakın bir köyden öğretmen “Bozlarlı İsmail Hoca” olarak tanıtmıştı. Babamla tanışmaya gelmişti.

Orta 2 de resim dersimize hocamızın yanısıra bir veya iki defa Erdin Günçe de gelmişti. Bu suratı daha önce görmüş gibiydim. Ama önemsemediğim biriydi. Beni payanda olarak uzun yıllar kullandığını bugünlerde anlayabildiğim bir başka çocuğa resim yapmakta yardım ediyordu.

Ortaokul yıllarımda (orta 2 yazında ve orta 3 yazında olmalı) bu adamı Erikli Köyünde gördüğümü hatırlıyorum.

1968 veya 1969 yılında birkaç tatsız olayda Erdin Günçe yine sahnedeydi. Bir defasında yemekhane önünde kalabalık arasında hiç bir neden yokken bana bir tokat atmıştı, ben de “sen benim hocam değilsin” deyip uzaklaşmıştım.

Lisede yıllarımda bir gün, İzmir-Bornova otobüs durağında beklerken Ethem Cangörü bana elle sarkıntılık yapmıştı. O esnada Erdin Günçe kenara çömelmiş kıs kıs gülüyordu. Onun ahlakına göre bu olay ayıplanacak, kızılacak, müdahele edilecek bir durum değil, eğlenilecek bir olay olmalıydı.

Aradan çok zaman geçmemisti. İzmir Kolejinin yemekhanesinin önünde bizzat Erdin Günçe iki eliyle bana sarkıntılık yaptı, yanıbaşında bir yemekhane görevlisi de sakin sakin seyrediyordu. (bu adam son 6 yıldır Avustralyada benim bu zulümden kurtulmamamı sağlamakla görevli insanlardan biridir, Melbourne Başkonsolosluğunda görevli Namık Bey) Erdin Günce’nin yüzünde ise hınzırca, manyakca bir ifade vardı. Kaçarak uzaklaştım. Erdin Günçe’yi senede 1 veya 4 defa arasında rastlardım. Kim olduğunu çıkarabilmem için uzun uzun düşünmem gerekliydi. Çıkarabilseydim, şikayet etmeyi deneyecektim.

Erdin Günçenin, Ethem Cangörü kadar sapık değil, daha az sapık olduğu anlaşılıyor. Çocukluk çağlarımda Ethem Cangörü’nün bana 9 kere elle sarkıntılık yaptığını söylediler, ben 7'sini hatırlayabildim. Erdin Günçe’nin 3 kere elle sarkıntılık yaptığını söylediler, ben 1'ini hatırlayabildim.

Lise yıllarımda Erikli Köyünde Erdin Günçe’yi birkaç defa sevimsiz olayların ortasında gördüm.

Babam dargelirli bir ilkokul öğretmeni idi. Köydeki 5, 10 dönümlük arazimizde küçük çapta tarımla uğraşarak bütçemize katkıda bulunmaya çalışırdık. Erdin Günçe tarlada çalışan anamın yanına gelip sebzeleri tekmeyle yıkmaya kırmaya çiğnemeye başlardı, bunu birkaç defa denediği söylendi. Amacı, ajanlık görgüsüne göre anamı öfkelendirip, kirli sözler arasında bir "çıkış" (yani uyarı veya işaret denilebilir) vermekmiş. Öfkelendirmek için mala zarar vermesi gerekmiyordu. Verdiği işareti de anlamamız imkansızdı.

Ortaokul, Lise yıllarımda köyde, ahırımızdaki 3,4 hayvana bakmaya yardımcı olmak vazifelerim arasındaydı. Bir çayırlığa uzunca bir urganla bağladığım hayvanları ben ayrılınca çözüp kaçmasını sağlayan Erdin Günçeydi. Ve kaybolan hayvanlar yüzünden saatlerce dere tepe aramaya çıkmamı, hatta çaresizlik içinde ağlayışımı izlemek bu adama büyük zevk veriyordu. Kimine göre bu adam bu tür sadistlikleri ticari amaçla yapıyordu. Yazarlara yazı için kaynak hazırlayarak iyi para kazanıyordu.

Bu tür sadistliklerinden babam, anam, kardeşlerim hatta küçük yeğenlerim bile kurtulamamış.

Burdur’lu ajanlar kendisini lüzumsuz ve sevimsiz birisi olarak görüyordu. Köy yerine göre değildi. Köylülere göre olamıyordu. Köylünün bir kış bir bahar emek verdiği tarlasındaki ürünü sebzesini hiç önemsemiyor, bir çırpıda iksirleyip telef edebiliyordu. Bu zavallılara acı vermek, eziyet etmek dışında bir işe yaradığı yoktu. Buralara (Burdura) para kazanmaya geliyordu. Hem Veli Aksoylu'nun yakınları hakkındakı istihbaratı yazı malzemesi olarak kullanmak, hem de onlara iksir vererek bunu deniyordu.

Bahçedeki ağaçları iksirleyip kurutan, meyve vermez hale getiren, sulama havuzuna iksir döküp tarlalarımızı verimsiz hale getiren ajanlar vardı. Bu adam da bunlardan biriydi. Gerekçesi çok sadeydi; Veli Aksoylu Erikli’den taşınmalı. Bir şehire yerleşmeli. Erdin Günçe’ye uygun bir şehre yerleşmeli. Dolayısıyla kendi çetesinin payandası kalkanı olmalıydı. Taa İstanbul’dan İzmir’den Burdur’un dağlarına üç ayda bir göreve gelmeyi sevmiyordu. Veli Aksoylu’nun ağaçları meyve vermezse, tarlası verimsiz olursa, bakarsın taşınırdı.

1969 veya 1970 yılı olabilir. Köydeki evimize gelen Bozlar’lı İsmail Hoca (Erdin Günçe) evimizdeki çay veya yemek ile olacak, beni iksirledi. Ben, yakınımızdakı Çamoluk Köyüne giderken bana eşlik etmeyi istedi. İksirin etkisi yolun yarısına gelmeden başgösterdi. Izdırap içinde idrar sıkıntısı çekmeye başladım. Bu durumumu gözleyen Erdin Günçe ormanın içinde kayboldu. Adamın bir zevki de insanların uygunsuz durumlarının resmini çekmek imis. Ben ormanın içinde idrar derdinde iken o da fotoğraf çekmiş. Benim o fotoğrafım gizli servisin ne işine yarar acaba. Ormanda genel tuvalet yoktu. Olsaydı bu çarpık ahlaklı adamın fotoğraf makinasından kurtulabilecektim.

Biraz daha iyiniyetli ajanlar iksirlemek zorunda kalsalar bile en az zarar verecek şekilde yapmaya çalışıyorlardı. Kullanmadığımız veya az kullandığımız bir eşyaya eli tahriş edici bir iksirle yetinmeye çalışanlara karşılık Erdin Günçe ve Füsun Candaner yiyeceklerimizi bile iksirlemekten kaçınmıyordu. En çok da avını örselenmeye uygun hale getirdiği için sinirleri etkileyip iradeyi iyice zayıflatan, sersemletip algılamayı konuşmayı iyice yavaşlatan iksirleri vermeyi seviyordu.

Erikli’deki evimize geldiği bir gün babam iksirlendiği için iyice sersemlemiş durumdaydı. Konuşulanları çok geç algılayabiliyordu. Normal zamanında 4, 5 cümle konuşabildiği sürede, bir cümleyi zor toparlıyabilecek durumdaydı. Erdin Günçe için bu çok eğlendirici bir durumdu. Bir alay aşağılayıcı, incitici lafı babama sıralıyor, babam ya hiç anlayamıyor, ya da çok azını kavrayabiliyor ama karşılık yetiştiremiyordu. Erdin Günçe çok keyifleniyor. Yeniden sataşmaya baslıyordu. Babamın bu adamın elinde oyuncak oluşunu kahırlanarak izlemek zorundaydım. Bir yabancının önünde uyarılarıma çok kızar azarlardı.

Köye geldiği bir gün anamın yemeğini iksirlemişti, ağzı yüzü şişmiş bir durumdaydı ve zorla konuşuyordu. Erdin Günçe ve yanındaki gizli servis görevlisi bir süre alay edip çekip gitmişlerdi.

1971 yılında ben İzmir Koleji son sınıftayken, Erdin Günçe beni payanda olarak kullanması için Kadıköy Kolejinden birini İzmir Kolejine naklettirmişti. Onun yerine benim zehirlenmemi sağlayarak çocuğu kurtarmış. Yalnız onu değil, en başta kendi yakınları olmak üzere pek çok dostlarını hedefleyen iksirlemeyi bize yönelterek onları korumuş. Böylece bizim üzerimize yıkılan iksirleme iyice artmış. O da senede en fazla üç kez (bazı seneler hiç gelmeyerek) köye gelip bizi biraz iksirleyip biraz da örseleyip çekip gitmiş.

1974 veya 75 yılında ODTÜ’de bir gizli servis gorevlisi birkaç adım geriden alçak sesle “Sariyerli Erdin senin yanındaki her şeyi ele geçirmeye çalışıyor” dedi. O anda “Bana mı söyledi acaba”, “Sarıyerli Erdin diye bir futbolcu yok ki etrafımda, Sarıyerli Erdin de kim”, “benim yanımda bir futbolcunun ilgisini çekecek ne olabilir”, diye karmakarışık küçük sorular kısa bir an kafamda birbirine karıştı. Bir kaç dakika sonra ders, sınav, ödev gibi daha somut ve güncel sorunlar dimağımdaki başyerlerini tutunca bu söylemi araştırıp sormadan atlamış oldum. Meğer kastedilen şey hakkımdaki istihbaratı ticari amaçla kullanabilmekmiş. Böyle bir şeyin yasak olması gerekirken Erdin Günçe bunu senelerce sürdürmüş. Bu konuda beni alçak sesle uyarmaya çalışan gizli servis görevlisinin açıklaması çok yetersizdi. O çerçevede bir açıklama ile durumu anlayabilmem imkansızdı. Dah gizli servis gölgesinde yaşadığımdan habersizldim.

ODTÜ’de okuduğum yıllarda Erdin Günçe benim İzmirde okumamı sağlamak istedi. Bunun için bir yandan Ankarada başarısız olmamı, huzursuz olmamı sağlarken bir yandan bana söven, hakaret eden yandaşları “sen İzmirde oku” tavsiyesini yapmaya çalıştı. Bunlardan biri ODTÜ Kayıt Kabul görevlisi Namık Bey idi (şimdiki Melbourne Konsolosluğundaki vatandaslık işlerine bakan Namık). Nedenini çok sonra anlayabildim. Erdin Günçe İzmirde, bazı insanlara, iksircilik yaparken benim adıma gösterme kolaylığını sağlamıştı. Bu cürümü senelerce sürdürmüştü. Suç ortaklarının sayısının artması kolayına gelmişti. Suç ortaklarıyla beraber beni İzmirde kontrol altında tutmak işine geliyordu.

1973 yılında Eymir Gölünde, ODTÜ’nün bayramında çevremde toplanan simaları derhal hatırlıyamadım. Sonradan çıkarabildim. Bunlardan biri Erdin Günçe diğeri daha lisede okuyan Füsun Candanerdi. 1988 yılında benim peşimden Avustralya’ya gelen bazı gizli servis görevlileri 73 yılında Eymir Gölünde çevremi kuşatan insanların bir kısmıydı. Bu insanlar daha çok Erdin Günçe çetesi mensupları diye sınıflandırılabilecek insanlar olmalı ki, yerleri Sydney oldu ve bana çok acı günler yaşattılar ve çok komik durumlara düşürdüler. Şikayet dilekçelerimi postada, telefon santrallerinde yokettiler (Füsun Candaner’in çabaları ile). Polisi “eski bir ajandır, kurtaramazsınız, biz kurtaracağız” gibi safsatalarla yanlış bilgilendirip şikayetlerimin işleme konulmamasını sağladılar.

1973 ile 1979 yılları arasında ODTÜ’de Erdin Günçeyi gördüğümde, uzak durmaya çalıştım. Bana göre çok sevimsiz, rahatsız edici, yüzsüz, kötü ruhlu bir adamdı. Kendisi benim yanıbaşımda bulunmayı başarmak için çıkış yolumu tıkardı. Mesela otobüste yanıbaşımda oturur ya da kalabalık bir kafeteryada aynı masaya oturur, yer sıkıntısı yüzünden adama katlanmak zorunda kalırdım.

Erdin Günçe her fırsatta benim üzerimden yazı için kaynak toplama sevdasındaymış. Ben bu durumdan habersiz iken, 1980 yılında onun ağabeyi Ergin Günçe ile tanışmak talihsizliğine uğradım. Boş olan bir dairesini kiralamak için gittiğimde adam yakınlık gösterdi. Evini tutmamakla beraber apartman komşusu olduk. Baslangıçta beni göklere çıkarmayı sevdi. Sonra da yere çaldı. (Bu görgü galiba kardeşler arasındaki ortak özellikti). Bana çok iyi iş verdireceğini söylemesi olumlu bir hava yarattı. Ancak bu yakınlaşma havası birbuçuk ay sürdü. Adamın ağzını yok yere bozan biri olduğunu gözlemledim.

Ergin Günçe’nin hanımı, bir gün eşi için “senin hayatını yazıyor” demişti. Şaşkınlıkla “neyi biliyor ki yazacak” anlamında bir söz sarfettim. Onlara hiç bir şey anlatmamış sayılırdım. Yatılı okulda 7 sene birlikte okuduğum çocuklara bile aile fertlerim hakkında konuşmamaya çalışırdım. Ergin Günçe’nin yanıbaşında toplam 4 saate yakın bulundum. Ve hep dinleyici oldum, soru soran oldum. Kendim hakkında toplam 5, 6 cümle ancak söz ettim. Anlattığım tek husus babamın aksi ve toleranssız bir adam olduğuydu. O yıllarda, kendisinin benim hakkımda yazacak bir şeyi olduğuna inanmadım. Erdin Günçe'nin hakkımdaki MIT istihbaratını, ticari amaçla kullanmayı bildiğini 1998'den sonra ancak çıkarabilecektim. Ağabeyi Ergin Günçe'nin de bu cürümün ortağı olduğunu 2000 yılından sonra anlamaya çalıştım.

1998 senesine kadar Erdin Günçe’nin benim ve yakınlarım hakkında istihbaratı parça parça romanlara, piyeslere film senaryolarına kaynak yaptığını hiç bilmiyordum. Son yıllarda bunları öğrenince Ergin Günçe’nin bana yaklaşmasının bir tuzak olduğunu anladım. Hakkımdaki istihbarattan kitaplara, filmlere, oyunlara kaynak hazırlarken bunları bizzat benden aldığını söyleyebilmesi gerekiyordu. Bunu yapabilmenin bir yolu da bana yakın olduğunu gösterebilmekti. Bu durumu idrak etmediğim halde bambaşka nedenler yüzünden ondan uzak durmayı seçmeye çalıştım. Komşu olduğumuz yıllarda Ergin Günceyi uzak tutmak için bir hayli güçlük çektim. Yolda yolakta görmezlikten gelmek, selamını almamak bile yetmiyordu onu uzak tutabilmek için.

1983, 1984 yıllarında evde birlikte oturduğum çok güvenilir ve ketum bir insana kendimi anlatmaya çalıştım. Hayatımdaki trajikomik olayları hicivlerle süsleyerek anlattım. Bu bereketli sofrayı Erdin Günçe hiç kaçırmamış ve ağabeyinin yanından aldığını söyleyerek tiyatroculara satmış. Halbuki ben ev arkadaşıma anlatırken evde bir üçüncü kimse yoktu. Ayrıca o şahsın duydukları hakkında detaylı bir açıklamayı hiçkimseye yapmadığını iyi biliyorum. Onun kendisi dışında hiçkimseden alınması mümkün gözükmüyordu. Seneler sonra o sohbetlerin MIT'in istihbaratından dinlenmiş ve birçok şahsiyete dinletilmiş veya kasetlerle kopyaları verilmiş olduğu kanaatine vardım.

Hemen belirtmekte yarar var; MIT'in dinleme imkanlarıyla dinlenen herşey istihbarat kapsamındadır. Yakın akarabalarım ve benim hakkımdaki istihbaratı amacı dışında kullananlardan şikayetçiyim.

94 yılında, hayatımın ilginç bölümlerinin yolda yolakta bazı gizli servis görevlilerinin ağzına düşmüş olduğunu farkedince, bu durumu değersiz bulduğumu, gizli servisin böyle konularda hassas olması gerektiğini, vatandaşın özel konuşmalarının (özel hayatının diye genelleştirelim) gizli servisçiler tarafından eğlencelik olarak kullanılmaması gerektiğini söyledim. Bu anlamdaki sözlerim bir araya gelince Erdin Günçe güç duruma düşmüş. Benim akıl hastası ve ajan olduğum varsayılarak kurtarılmışlar. 95 Ocak ayında ben Avustralya’ya dönünce, o da peşimden gönderilmiş. Madem “bu adamı ve ailesini payanda olarak kullandın, şarkılarını müzisyenlere satıp parasını kendi cebine attın, haklarındaki istihbaratı rapor diye yazıp roman, piyes, hikaye, film senaryosu yazarlarına satıp parasını cebine koydun, git kurtar bakalım” denilmiş. O da konumunu düzeltmek ve ancak kendi himayesinde olmam kaydıyla kurtulabilmemi, aksi takdirde kurtulmamamı sağlamak amacıyla peşime takılmış. “İbrahim Aksoylu, Erdin Günçe ve ortaklarının işledikleri kabahatlarını affetmek zorunda bırakılmadan kurtulmamalı” tezini savunan çetesiyle birlikte benim kurtulmayıp oyalanmamı sağlamışlar. Bir yandan da beynime empati ile egemen olup kendilerine uygun ifade verdirmeye çalışmışlar.

O günlerde Türkiye’ye faxladığım dilekçelerimde olayları iyi kötü anlatmayı denemiştim. Ardından 22 Ocak 1995 ten itbaren Avustralya’da çok şiddetli bir empati etkisi altında kaldım. Başımın içinde 2, 3 kişi birden ses veriyor ve zaman zaman düşünceme tamamen hakim olabiliyorlardı. Geceleri telekinetik ile vücudumun değişik yerlerine kaşıntı sızı acı hissi verip işkence ediyorlardı. Yatakta devamlı kıvranıp durarak geçiyordu gecelerim. 5 ay kadar empati ile yüksek sesle başımın içinde bir bazen iki veya üç kişi birden ağır hakaretler ederek bağırdı durdu. Bu hakaretleri kulakları tıkayarak önlemek mümkün değildi. Bu işkence en gelişmiş işkence biçimi imiş, hedefledikleri insanları çıldırtabilirlermiş. Bu kadar ağır bir cezayı niye veriyorlardı. Bunu hala anlayabilmiş değilim.

Bütün bunlar olup biterken çevremde gözcü olarak Erdin Günçe ve dava arkadaşları vardı. Ve olayları büyük ölçüde kontrol altında tutuyor kendi arzuladıkları şekilde yönlendiriyorlardı.

Beni yabancı gizli servise kaçırtmaya çalışmalarının nedenini çok sonra anlıyabildim. Hakkımızdaki istihbaratı tiyatroculara, sinemacılara, romancılara satıp para kazanmışlardı. Bu yasaktı. Yaptıklarını meşrulaştırmak için, beni ajan kabul edip yabancı gizli servise kaçıyor göstermek istemişlerdi. Yabancı gizli servise kaçmaya çalışan bir Türk ajanının herşeyine el koymak yasal sayılabilirdi.

“Takip ettiğim adamın yanından böyle şeyleri alırım” diye kendilerini savunan Erdin Günçe ve Ethem Cangörü çetesi ticari amaçla yakın akrabalarım ve benim hakkımdaki istihbaratı kullanabilmek için yarışıyorlardı. Ve yaptıklarını meşrulaştırmak için çirkin tertiplere girişiyorlardı. Durumu gayet iyi kavrayan birçok gizli servis görevlisi her nedense onları durduramıyordu.

1995 Şubat ayı olmalı Erdin Günçe benim karşıma çıkarılmış ama farketmemişim. Farketseydim de uzak duracaktım. Daha sonra Erdin Günçe makyajla ağabeyi kılığına girip önüme çıkarıldı. Onu da görmezlikten gelecektim. Ben ağabeylerinden uzak durmayı seçeli uzun yıllar olmuştu. Onlarla ilgili birbuçuk aylık yakınlaşma çabalarım çok tatsız bir anı olarak mazide kalmıştı.

1995 Ocak veya Şubat ayında empati ile bana “seni dinleyerek ele geçirilen skeçleri seni öldürmek isteyen ajanlar sahiplenecek, skeçleri Erkan Gurvit’e verdigini söyle, o korusun” denildi. O günlerde empatinin esiri durumundaydım. Erkan Gürvit’i görmüşlüğüm vardı, ama hiçbir yakınlığım yoktu. Radyo etkisiyle istenileni söyledim. Şimdi söylediklerimin saçmalığını anlıyorum. Bunu söyletmek isteyen Erdin Günçe’ye yardımcı olmak isteyen biri olmalıydı. Zira Erdin Günçe ile yakınlığım olmadığı ortaya çıkmıştı. Anladığım kadarıyla Ethem Cangörü ve Erdin Günçe çeteleri arasında benim hakkımdaki istihbarattan elde edilen hazır mamul bir kaç skeç paylaşılamıyordu. Benim adından dolayı güvenmek isteyeceğim Erkan Gürvit adı böylece ortaya atıldı.

“Takip ettiğim adamın yanından böyle şeyleri alırım” diye kendilerini savunan Erdin Günçe ve Ethem Cangörü çetesi bence adi hırsızlık suçundan ceza görmelidir. MIT de onlara ayrıca uygun disiplin cezası vermelidir. Ben çocuk yaşlarımdan itibaren, kitap (roman, hikaye) yazmayı istediğimi dile getirmiştim. Bir roman yazmayı, bir de kendi anılarımı yazmayı ortaokuldan beri düşündüm durdum. 1980'li yıllarda tek kişilik bir oyun bile yazmayı düşündüm. Müzikal film senaryosu yazmayı ve filmi kendim yapmayı bile hayal ettim. Erdin Günçe yazmayı düşündüğüm şeylerin hepsini MIT'in dinleme imkanlarıyla çalmış. Hepsini dinleyip sıvayıp boyayıp tiyatroculara film yapımcılarına satmış. (Sıvayıp boyayıp değiştiremediği bir skeçi de böylece korumaya aldırmaya çalışmışlar.) Meşhur ajan Nuri Gündeşin koruması ve desteğiyle 33 yıldır bu suçu işlemiş durmuş. Nuri Gundes’in cetesinde bu sucu islemeyi seven, istihbarat dosyalarindan, kayitlarindan sinemacilara, tiyatroculara, romancilara hikayecilere kaynak hazirlayan ajanlar bulunurmus.

1994 senesinde Ankarada gizli servis görevlilerince yol ortasinda “Iyi bir hikaye iyi para kazandırır” diye uyarılmıştım. Sonunda işi anlıyabildim. Erdin Günçe çetesi 1992, 1993 yıllarında bana eziyet edip, ölümü koklatıp neşeli bir hikaye elde etti. Mektuplarımı ve bazı telefon sohbetlerimi da ekleyip zenginleştirdi. Ve onu satıp iyi para kazanmayı planlıyordu.

Erdin Günçe çetesi, ticari amaçla yazı için kaynak toplamak amacıyla veya kendi söylemlerine uygun sözler sarfetmemi sağlamak amacıyla Avustralya’da benimle kedinin fare ile oynadığı gibi oynayıp işkence edebilmişler. Sadistlik filan değilmiş yaptıkları, Erdin Günçe’nin film senaryosu projeleri için kaynak hazırlamayı denemek imiş. Bu oyunun önemli aktörleri gizli servis görevlileri olup gerisi de yerel “amatör işkenceciler” arasından sağlanmış.

Baslangıçta 1995 yılında kendilerine uygun olabilseymisim 80’li yıllarda olduğu gibi “sürünerek” yaşamayı sürdürebilecekmişim. Ama başımdaki olayın içyüzünü hiç bir zaman anlayamayacak durumda olmamı sağlamaya özen göstereceklerdi. Kullandıkları payanda ellerinden kaçmamalı ve kendilerini suçlayamamalıydı.

1995 yılında empati ile benden bana bir piyeste kullanilmaya uygun dialoglar, metinler, özlü sözdizimleri, şiirler alındı. Konu zaten özyaşamımdı, ve konu hakkında detaylı yorumlarım, analizlerim özgün yaklaşımlarım değerlendirmelerim vardı (herkesin kendi yasamiyla ilgili detayli analizleri yorumlari olmasi dogaldir). Yani hayat hikayemi kendi aklımda işlenmiş haliyle ele geçirdi. Erdin Günce bunları elektronik yontemlerle (empati) elegecirdi, üstüne cocukluk sarkilarimi da ekleyerek bir piyes yazmaya elverişli rapor halinde dosyaladı. Bir rivayete gore kizi Evrim Gunce’nin yazdigini iddia etmis. Benden alinan sarkilar icin de “benim bir genel mekanda oturdugum sirada yanibasima kizini oturtup fotograf cektirmis, boylece benim uzerimden elegecirmesini mesrulastirmis. Gizli servis kaidelerine gore yanibasimda iki dakika oturmasi bile aramizda yakinlik oldugunun kaniti sayilabilirmis. Aramizda yakinlik oldugu varsayilinca da birkac adim otemde "ben senin yanindan sunlari aliyorum haberin olsun" diye alcak sesle ve hizlica mirildanmasi, izin aldiginin ispati sayilirmis. O mirildanmaya cevap vermek soyle dursun, hic tanimadigim bu insanin bana ne demek istedigini bile anlamam ya da dogru durust duymam mumkun bile olmayacaktir. Boyle mizansenlerle, gizli serviscilerin entellektuel mal hirsizligi yaptiklari ya da insanlarin ozel yasamlarinin ortaya dokup berbat ettiklerini cok gec ogrenebildim.



Bunu ne amaçla yapıldığını çok sonra anlamayı istedim. Sonunda bunun bir çeşit "piyasaya piyes, film senaryosu, yazı için kaynak toplamak" olduğunu anlamaya başladığımda yerim Avustralya idi ve yediklerim giydiklerim, barıdınğım mekan kapı tokmağından aynalara duvarlara varana dek iksirleniyordu. Öncelikle çözmek zorunda olduğum sorun iksirlemenin durdurulması idi. Bu sorunu çözmeye az imkan ayırabildim.

Halbuki MIT'in dinleme imkanlarıyla toplanan herşey istihbarat kapsamındadır. Istihbaratı eserlere kaynak olarak kullanmak veya kaynak hazırlamada kullanmak, yasak kapsamındadır.

1995 veya 1996 olmalıydı. Sydneyde empati vasıtasıyla şehrin ortasındaki centrepoint dolaylarındaki yaya trafiğine ayrılmış bölgede bir banka oturmam tavsiye edildi. Olumlu bir gelişme olur mu ümidiyle bu tavsiyeye uydum. O sırada aynı yerde yanıbaşımda oturan genç bayanın kim olduğu hiç önemli değildi. Orada yarım saate yakın oturdum. Bana faydalı olabilecek hiç bir etkinlik algılayamadım.

1996 yılında empati bana Evrim Günçeyi bulursam beni kurtaracağını söyledi. SBS radyosunda bu ismi duyuyordum ama eşkalini hiç bilmiyordum. SBS radyosuna telefon ettim. Benim telefon numaramı aldılar. Daha sonraki günlerde Erdin Günçe telefon etti. Bir toplantıya, yürüyüşe davet etti (irticaya karşı Atatürke saygı gibi bir yürüyüştü galiba) Ben katılamadım. Daha sonraki günlerde Erdin Günçe üzerine kafa yordum. Geçmişe dönüp bu adamı hatırlamaya çalıştım. Burnuma tertip kokusu geldi. 1998 baharında Sydney'de Erdin Günçe’nin kabare showuna gittim. Kendisi beni görünce “tanışıyoruz değil mi” dedi. “Telefonda konuştuk” dedim. Kabare showunun ilk yarısında adamı izleyince, kendisini hatırlamaya başladım. Bu adam bize kendini Bozlarlı Ismail Hoca diye tanıtan adamdı. Sahnede bir süre, benim çok eski bir bayan arkadaşımın tavrını model alarak oturan bayan, şehrin ortasında yanıbaşınmda oturan genç bayanın aynısıydı. Babası Erdin Günçe, sahnede oyuncuları tanıtırken adının Evrim Günçe olduğunu öğrenmiş oldum. Ikinci yarıyı izlemeden ayrıldım. Erdin Günçe ile Avustralya’daki ilişkim bundan ibarettir.

Daha sonra kafama şu sorular takıldı. Neden şehrin ortasına oturmam istendi. Neden o sırada Evrim Günçe yanıbaşıma sokularak oturtuldu. Tam çıkaramadığım gizli servis görgüsüne göre, benimle ilgili bir şeyler tertipleniyordu ve ben ne yapılmaya çalışıldığını anlıyamıyordum.

1995 1996 yıllarında can derdindeydim. Benden empati ile alınan metinler, dialoglar, şiirler vs üzerine eğilemedim. 1997 yılında empati bir gece (geceleri uyutmazlar cogu zaman abuk sabuk, bazan anlamlı sorular sorarlar) bu piyesi bolum bolum hatirlattilar. Yapilan isi benimsemedigimi, bana gore bu piyesi benden derleyerek ortaya cikaran zat benim karsima gecip beraber yazmayi teklif edemeyecek birisiydi, zaten kim teklif ederse etsin kabul etmeyecegimi de biliyordu. Empati ile aldiklarini karsilikli soyleserek bile alamayacakti. Bunlari bildigi icin gizli servisin elektronik istihbarat imkanlarini kullanmayi secti. Bu goruslerimi empati ile benimle konusana soyledim. Bir ara “biz almasaydık Ethem Cangörü alacaktı” diye kendilerini savundular. “siz daha yaman hırsızmışsınız” diye cevapladım. Bunu yapanın adi bir hırsız olduğunu, şerefsiz olduğunu konuşmacıya söyledim. Cevabı çok sert verdiler. Bir iki gün içinde öyle bir zehirlediler ki zihnim çok yavaşladı, konuşmam bile çok ağırlaştı. Bir ay kadar uyusuk ve geri zekalı oldum. Sonra yavas yavas düzelmeye çalıştım. Bu zehiri verdirenin Erdin Günçe olduğu işareti verildi. Onlara ters gelecek şeyler düşünmek aklından bile geçse cezası ağır oluyordu. Soyguncu, soyguna itiraz etti diye kurbanını beyninden yaralamayı uygun buluyordu.

Kendi yaşadıklarımı yazmayı daha 1968 yılından (orta 2’de iken) beri düşünmüş ve çevremde bunu duyurmuştum. Üniversite yıllarımda tek kişilik bir oyun yazmayı tasarladım. 1980 yılına gelindiğinde benim bir oyunum bir film hikayem hazırdı. 1983 yılında bir okuldaşıma oyunumun bir kışmını oynayarak anlatmıştım. Erdin Günçe ve hırsız çetesi duymuş olmalı. Maddi imkanım olsaydı amarcord tipinde veya müzikal bir filmler yapmayı istediğimi de söylemiştim. Erdin Günçe bunlarla ilgili demlendirdiğim, olgunlaştırdığım, yazdığım ne varsa çalabilmek için MIT'in dinleme imkanlarını kullandı. Hepsini alıp müşterilerine sattı. Parçalayıp bölüp kendilerine maledemedikleri bazı kısımlarını da istifleyip rapor diye MIT arşivine koyup piyasaya duyurdu; "Yeni mal var güzel oyun olur, içinde hicivleri, şarkıları, şiirleri bile var". Mutlaka iyi para verilir. Daha önce iyi pazar bulmuş hep benim üzerimden çaldıklarından. Biri de çıkar benden alınanı kendi çorbasına karıştırır ve beni hak iddia edemez duruma düşürür.

Gizli servis görevlilerinin ben ve yakın akrabalarım hakkında topladıkları istihbaratın, roman, piyes, hikaye, ve her türlü yazı için kaynak hazırlamada kullanılmaması için gizli servislerin gerekli önlemleri almaları beklenirdi. Bu kabahatı işleyenler hakkında işlem yapmalarını, ayrıca mağdur durumda olan benim ve yakınlarımın haklarını korumak konusunda yardımcı olmalarını yasal görevleri arasında olmalıydı.

*******

Son gelişimde Atatürk havalimanında, Avustralya’ya dönmemden Erdin Günçe’nin çok mutlu olduğuna dair işaret aldım. Avustralya’da düzmece mektuplar yazdırıp benim adıma yazılmış olarak gösterdiği ve bazı şikayetlerimin geçersiz olması için çaba sarfetiğini anlıyorum. 2000 Kasımından bu yana beni iksirlemeyi artırdı. Artık beni geri zekalı yapmak amacıyla iksir verdiriyor.

Soru:Erdin Günçe senin sarkılarının bazılarını müzisyenlere satarak elde ettiği parayı seni ve yakınlarının iksirini düzeltmeye harcadı. Teşekkür etmen gerekmez mi?

Cevap: Benim hükümete iksirlenme borcum yok. Kimsenin de beni iksirlemeye hakkı yok. Birisini iksirlenmekten kurtarmanın uygun yolları varken niye bunu denesin.

Hem, bu günlerde beni geri zekalı yapmak için iksir verdiriyor. 1968 senesinden beri bizi bu vaziyette bekleten adam ayrıca 32 senedir bilmediğimiz insanlara iksir verip bizim adımıza gösterme sahtekarlığını yapıp durmuşsa ve bu yüzden bizim iksirlenmemize sebep olmuşsa, ona niye teşekkür edeyim. Hem niye bana ait olan bir şeyi bizi zehirleten, bizim durumumuzu değersizleştiren biri satabilsin. Adamın MIT görevlisi olarak buna yetkisi olmaması gerekir.

Ayrıca benim vekilharcım değil kendisi.

Iddia: O durumda bile yazarin kendi emegi ile urettigi bir eserdir ve senin hakkin bile olmaz.

Cevap: Ben ortaya cikarilan eser (!) uzerinde hak iddia etmek degil, yayinlamasinin durdurulmasi ve bu yola basvuranlarin cezalandirilmalarini isterim. Kendi yazdıklarıma elbette sahip çıkarım. O zaman bu hırsızların çaldıklarını da işaret etme hakkını gizli servisten isterim. Çaldıkları malzemenin bir kismi hicbir zaman yazilmamasi hatta konusulmamasi gereken ozel yasamimizla ilgili konulardir. Ozel yasaminin gizliliginin korunmasi yasalarca devletin gorevidir. Bu kanunu ben icat etmedim. T.C. Anayasisinin 20 maddesi bunu acikca ifade eder. Hem 150 yil once yapilan en temel yasalarda bile bu konuda acik maddeler bulunur. Demek 150 yil once bile insanlar bu konunun onemine vakif imis. Insan Haklari Evrensel beyannamesinin 8.nci maddesi de bunu ifade eder. Kamu gorevlileri olan Ethem Cangoru cetesi ve Erdin Gunce cetesi bunu bildikleri halde bu sucu islemektedirler. Ama yargi onunde bu durumu ispat etmek imkansiz. Kelimelerle cumlelerle oynayarak ufak tefek degisiklikler yaparak ispat etmeyi imkansizlastirilar. En uygunu gizli servis yetkililerinin sozkonusu gorevlilerin empati ile beyinlerini okuyup gercek amaclarini eylemlerini anlayip cezalandirmasi ve bizim hakkimizi korumasidir.

Çaldıklarının bir kismi da benim beynimde uretilen entellektuel malvarligi sayilmasi gerekir. Nasil ki bir sairin siiri, bestecinin sarkisi, matematik aliminin cozumleri onlarin malvarligi ise, benden caldiklari oyun, kısa hikayeler ve film senaryosu, roman benim malvarligim icinde sayilmalidir. Hepsi de benim geliştirdiğim yazdığım şeylerdi. Kısacası yaptıklarının bir kısmı entellektuel malvarligi hırsızlığı, bir kısmı da MIT yasaklarını, anayasanin 20 maddesini, temel insan haklarını, basın yayın kanunlarını ihlal etmektir.

Gizli Servis cephesinden bakınca, en önemlisi ayrıntı, MIT istihbaratının yazma işinde kaynak olarak kullanılmasının yasak kapsamında olmasıdır.

Ben bu yasağa uymayanların gizli servise göre cezalandırılmalarını isterim.

Insanlar kapı arkasından gizlice kendilerini dinleyenlere, ağır hakaret edip dövmeye gelirler. Kim üzerinin gizlice dinleme cihazlarıyla dinlenilip yazı için kaynak yapılmasına razı olabilir? Kendilerine aynısı yapılsa Erdin Günçe ve çetesi veya kumkapı muptelası büyük(!) hırsızlar, pardon yazarlar razı olacaklar mıydı, şikayet etmeyecekler miydi.



Yeniden hikayemize dönelim.



Erdin Günce’nin asıl zararı bizi savunmasız bir hedef tahtası durumuna düşürmekti. Bize yakın olabilecek insanları çevremizden uzaklaştırmak, bizi tecrit etmek bu adamın taktiğiydi. Erikli Köyünde, Burdurda, Izmir Kolejinde, Sydneyde insanları çevremizden uzaklaştırarak, kurtarmak yada yardımcı olmak isteyenleri etkisiz hale getirmeyi ustalıkla başardı. “Siz karışmayın başınıza olmadık işler gelebilir sizi koruyamayız, biz bunların durumunu uygunlaştırıyoruz” diyerek ilgilenebilecek insanları yanıltmakta çok başarılıydı. Bu “payanda ve kalkan” sadece dava arkadaşlarının olmalıydı ve hiç bir zaman bu cendereden kurtulmamalıydı.

Ikinci büyük yarayı ise hakkımızda yapılan istihbaratı roman hikaye piyes film senaryosu ve her türlü yazi için kaynak hazırlamakta kullanmasıydı. Yanıbaşımıza oturup “senin hayatını yazıyorum” demesi gizli servis kaidelerine göre izin almış sayılması için yeterli olabiliyordu. Daha çevremde 15 dakikadır bulunan birisi benim hakkımda neyi bilip de yazabilir diye düşünüp hiç ciddiye almazdım. Hem bir insanın hayatını yazmak yasalarca kısıtlanır ama yasaklanamaz. Yasak olan şey, gizli servis istihbaratının yazma işinde kullanılmasıdır.

Erdin Günçe birçok mevki, makam ve servet sahibi insanın “benim yakın akrabalarım adına iksir verebilme” hakkını elde etmelerini sağlamayı başardı. Bir söyleme göre Erdin Günçe’nin tavsiyesi veya yardımcı olması sayesinde 400'e yakın insan bizim adımıza bilmediğimiz insanlara iksir vermeye başladı. Beni payanda ve kalkan olarak kuşanma dalgası zincirleme reaksiyon şeklinde genişledi. Erdin Günçe ve dava arkadaşları bizi payanda ve kalkan olarak güçlü ve önemli insanlara hediye ederken, biz daha gizli servis'in ne olduğunu tam bilmiyorduk. Iksirciliği, benim dışımda farkedebilen yakın akrabam henüz olmadı. Gizli servis görgüsüne göre yapılan kirli faaliyetlere hiçbir zaman iştirak etmedik. Hatta ailemin haberi bile yok bu gizli servis iç çatışmasına benzer curcunadan.

Son gelişimde Atatürk havalimanında, Avustralya’ya dönmemden Erdin Günçe’nin çok mutlu olduğuna dair işaret aldım. Avustralya’da düzmece mektuplar yazdırıp benim adıma yazılmış olarak gösterdiği ve bazı şikayetlerimin geçersiz olması için çaba sarfetiğini anlıyorum. 2000 Kasımından bu yana beni iksirlemeyi artırdı. Artık beni geri zekalı yapmak amacıyla iksir verdiriyor.

2000 ve 2001 yılarında, Erdin Günçe bu badireden hiç kurtulmamam için çaba sarfediyor. Onun yandaşlarına göre farklı bir çıkış yolum var; “şarkı hırsızlığı” konusunu gündeme getirerek Şeniz Cangörü’nün itibarını düşürmem. Üstelik hakkımızdaki istihbaratı para kazanmak icin kullanmasını hoşgörmem." Bir başka seçenek de bunca sene "kalkan ve payanda" olarak kullandıktan sonra artık durumu anladığıma göre “kılıç ve payanda” olarak kullanabilmesi koşuluyla kurtulmama izin verebilirmiş. Eğer onun istedigi bir çözüme uygun davranırsam, hakkımızdaki istihbaratı kullanarak piyes, roman, film senaryosu (vs yazi turleri) için kaynak hazırlayıp yazarlara satarak kazandığı paranın birazını da bana ikramiye olarak filan ödeyebilirmiş. Aklıbaşında bir insanın bu teklifi hakaret sayacağını bilmeyecek kadar saf değildi. Fakirlik yüzünden başımızın eğileceğini ümit ediyor olmalı.

Erdin Günçe’nin bizi, “sevdikleri veya yaranmak istedikleri insanlar adına telef edilebilecek insanlar” olarak gördüğü anlaşılıyor. Eğer bizi de onlar kadar değerli bulsaydı nasıl kurtaracaktı acaba? Telef edilecek başka bir kimsesiz insan bulmayı deneyecekti mutlaka. Erdin Günçenin zihniyetine sahip insanlar çoğalırsa ve de etkili makamlarda olurlarsa kimsesiz insanların başına olmadık işler gelebilir.

Ben 2000 Martinda Melbourne yerlesince Erdin Gunce cetesi adamlarını kamufle ettikleri kurumun şubesini Melbourne’da kurdular. Daha sonraki günlerde benim hiçbir is görememem, konuşamam, yazamamam için zekamı bedensel işlevlerimi düşürecek iksirleri verdiriyorlar.

Erdin Günce ve dava arkadaşlarından şikayetçiyim.



Erdin Günçe ve Erkan Gürvit İLişkisi



Erdin Günçe, İzmir Kolejinde okuduğum yıllarda Erkan Gürvite uygun olmayı bilmiş. Erkan Gürvit'in yakın akrabası Coşkun Ayazoğlu, onun arkadaşları Şinasi Önde ve Bülent Doğruyol'un yer yer korumacılığını bile üstlenmiş. Kendi cephesini güçlendirmek isteyen Erkan Gürvit de İstanbul'dan gelen bu işbirlikçisine bir çok yanlışında kolaylık sağlamaya başlamış. Mesela yakınlarım hakkındaki istihbaratı dosyalarken yazarlara kaynak olacak hale getirmesine karşı gelmek isteyen MIT yetkililerine karşı onu savunmuş. Hatta Erdin Günçe, 1995'te olduğu gibi bu kaynaktan temin ettiği hazır mamul bir kaç skeç'i sahip olabilmek için bile Erkan Gürvit'in ve Kenan Evren'in ismini bile ortaya atabilmiş. Erkan Gürvit'in bu ayıba ve suça ne kadar iştirak ettiğini tam bilmemekle beraber, Erdin Günçe'nin sıkışınca onun ismini ortaya atması bu şüpheyi doğuruyor.

Erdin Günçe'nin ODTÜ yıllarımda da Erkan Gürvit ile dayanışma içinde olduğu anlaşılıyor. Kızışan Celal Doğu-Ihsan Özarallı mücadelesinde ortadaki ajanlar iki büyük güç odağından birine yakın durma ğereğini duymuşlar. Empatinin terminolojisine göre Amerika denilen Erkan Gürvit'e uygun olmayı yeğleyen ajanlar arasına Erdin Günçe de katılmış. Celal Doğu'ya uygun olmayı tercih eden ajanların gurubuna da Rusya deniliyor MIT ajanlarının dünyasında. Özel isim zikredince keyiflerini kaçıran bir makam olmalı, böyle takma isimler kullanmayı yeğliyorlar.

Erkan Gürvit'in, Erdin Günçe'nin kendisine faydalı olduğunu düşünüp kaideleri hiçe saymasına karşı çıkmaması ben ve yakınlarım için talihsizlik, MIT tarihinde ise "kara bir sayfa" olmuş. Bu sayede Erdin Günçe sülalemizin özel yaşamını MIT istihbaratından alıp deste deste raporlar yazmış. Bu raporların bazı film yönetmenlerinin alıntı yapması için hazırlandığı kuşku götürmeyecek biçimde anlaşılınca Erdin Günçeyi kem sözlerden saklayan Erkan Gürvit ve yakın adamlarına uygun insanlar olmuş. Şimdiki MİT yöneticilerinin "bunu yapan kim" sorusuna cevabı ise çok fazla gayrı-ciddi olmaya başlamış. Onlara göre bu işi yapan Erkan Gürvit sayılmalı. Yoksa bir ikazla durdurmayı üstlenmek isteyen MIT görevlileri her zaman olabilecekmiş. Geçmişte bunu deneyen MIT görevlilerini özür dilemek zorunda bırakan Erkan Gürvit çetesi olmuş. Bazı kısımları değiştirerek almışlar. Değiştiremedikleri kullanmaya hazır bazı bölümleri aynen kullanabilmek istemişler. Bunu yapabilmek için de empati ile beynime hakim olup kendiliğimden "Erkan Gürvit'e verdiğimi" söyletmeye çalısmışlar. Bu sözü ağzımdan alabilmek için bana o günlerde empati ile "skeçleri Erkan Gürvit'e verdiğini söyle" denilmişti. Bu uygulamanın geçersiz sayılması gerekir. Bazı MIT yetililerine gore bu anlayış MIT tarihinde bir kara sayfa sayılırmış. Bu görüşe hak veriyorum.



NOT: 1970’li yillarda Erdin Gunce Izmirde iken bir liseli kiza basindan gecen ozel olaylari ayrintili olarak bildigini soyleyerek santaj yaparak seks teklifinde bulunmustur.

1970'li yılarda Izmir Kolejinde beni kurtarmak isteyen bir oğrencinin zekasını epeyce ağırlaştırmıstır. O öğrenci dönem arkadaşları arasında okul birincisi, hatta ülke çapında bir sınavda Turkiye ikincisi olabilecek kadar akıllıydı.

1974, 75 yillarinda ODTU’de, Erdin Gunce’nin hakkımdaki istihbaratı ticari amaçla kullandırmaya çalışması hakkında beni uyarmaya calışan “cok zeki” bir okuldaşımın zekasını epeyce düşürmüştür. O cocuk ODTU Elektrik bolumünün çok iyi ogrencilerinden iken vasatca bir öğrenci düzeyine düşürüldü.

Erdin Günçe bana çocukluğumdan beri nedense çok sevimsiz gelirdi. Benimle yakın ilişki kuramayınca, ortaokul çagındaki ablamı okula götüren otobüsün şöförü olmayı başarmış. 600 kmyi aşan yol oyunca çocuklarla yakınlık geliştirmiş. O günlerden bu yana hasımlarını iksirlerken ablam adına yapılmış olarak göstermeyi başarmış. Erdin Günçe hasımlarıyla giriştiği boy küçültme düellosunda karşı tarafa iksir verdirirken ablam ve ailesi adina göstermeyi bilmiş. Cevabı ablam alinca boylari 4 cm kadar kisalmis. Uzun yıllar sonra bile ablamla olan dostluklarını tazelemek için “senin adina iksir verdiriyorum” diyebilmek icin karisi ile beraber Istanbuldan Burdur”a gelirmis. Ablama ailesine hos görünmek için ağız yapmaya, önceden kurgulanmış oyunlarını oynamışlar.

Erikli Koyundeki tarlamizda anama babama tekme atmak, anami kolundan tutup yere savurmak da dosyasinda bulunur.

Erdin Gunce hasimlarinin zekasini dusurmek amaciyla iksir verdirirken ben ve ailem adina verdirmis. Erdin Guncenin verdirdigi iksirlerle Ethem Cangorunun buyuk oglunun zekasi duserken karsilik olarak Ethem Cangorunun verdirdigi iksirlerle ablamin, anamin, babamin, zekalari dusurulmus. Halbuki benim ailem Ethem Cangoruyu hatirlamaz bile. Kimsenin zekasini dusurmeyi de degerli saymaz. Hickimseyi zehirlemeyen ailem Erdin Guncenin cirkin ahlaki yuzunden agir yara alip durmus.

Erdin Gunce pekcok insan icin iksir verdirirken ben ve ailem adina verdirmis. Pek cok insani suc ortagi yapmis. Bunlardan bir kismi Izmir Kolejli olup benimle hicbir iliskisi bile olmamis veya bana hakaret etmeyi denemis insanlardir. Mesela bunlardan Cuneyt Duruiz senelerce ben ve ailem adina bilmedigimiz insanlara iksir verdirmeyi surdurmus. Uygunca munasebetim olsa bile hic yeri yokken Mehmet Sever, Osman Uslu, Turker Ornekol gibi okuldaslarima yonelik iksirleri bana yoneltmeyi onlar icin ben ve ailem adina iksir verdirmeyi bilmis. Hic bir iliskim olmayan Rustu Karaca, Aydin Ciltas, Suleyman Ergec, Canan Serbetcioglu, Cahit Serbetcioglu daha pek cok insana ben veya anam adina hic tanimadigimiz insanlara iksir verdirilmesi isini tesvik/tavsiye ve uygunlastirma isini basarmis.

2001 subat ayinda kizi Evrim Gunce’nin benzerini evime kadar gonderdi. Kapiyi actigimda yerdeki uyku tulumunu gormus oldu. Ertesi gun evin o bolgesi iksirlenmisti. O gunden beri evin zeminin yarisi iksirli.

Gun icinde 8:30 18:30 arasi disarda olmazsam, Erdin Gunce yerime birini konusturarak basima olmadik isler acmayi surduruyor ve benim ve ailemin iksirlenmesine neden oluyor. Bunu cok gec anladim. Illa ki kendi yakinlari yerine benim iksirlenmemi saglamak istiyor. Istedigim kadar durumu internet sayfamda aciklayayim, hergun kendi cep telefonuma okudugum ifademde bu insanlarla yakinligim olmadigini belirteyim farketmiyor. Bir iki saat evden gec cikayim yerime birini konusturup kendileri yerine benim ve ailemin iksirlenmemizi sagliyorlar.

Erdin Gunce 1995 Ocak ayında benimle beraber aynı gün Istanbuldan Sydneye geldi. Sönmez Köksal tarafindan başıma bela olması, benim kurtulmamamı sağlaması icin görevlendirilmiş. Benim gizli servis kıskacından kurtulmamam hem mehmet Eymür hem de daha pek çok (mesela 1500 kadar) çingene için gerekliydi. Insanlara beni kurtaranın kendisi olduğu yalanını pervasızca söyleyebiliyormuş. Gerçekte ben ve ailem Erdin Günçe gibilerinin kirli işlerinin cezasını çekiyoruz, hem de hiç bilmeden. Arada sırada iksirledikleri bazı hasımları bizi öldürmek isterse ondan kısmen sakınmış olmaları muhtemeldir. Halbuki o tehlikeyi bize savan yine kendileridir.



Not: Bugün 20 Ocak 2001. Erdin Günçenin, ben ve yakın akrabalarım hakkındaki istihbarattan hazırladığı raporların Yılmaz Karakoyunluya iletilmesini sağladığının işaretini aldım. Bu raporların bir oyun yazmada kaynak olması için hazırlandığı bellidir. Devlet Bakanı görevi dolayısıyla hakımdaki MIT raporlarını inceleme yetkisi olamaması beklenen Yılmaz Karakoyunlu'nun da konuyla istihbarat amacıyla ilgilenmeyeceği ortadadır. Buna rağmen yine de raporları istemesi manidardır. Raporlar, Başbakanlık müsteşarı Ahmet Şağar tarafından Yılmaz Karakoyunluya göndertildiğine dair işaret aldım. Halbuki o raporları Yılmaz Karakoyunlu konumundaki şahıslara göndermek yasaktır.

Işin ilginç yanı bu raporların Erdin Günçe tarafından bir piyes yazımında kaynak yapmak amacıyla hazırlanmasıdır. Yılmaz Karakoyunlu'unun da aynı amaçla bu raporları üç yıldır istediği biliniyor. Bu durumu önlemek için resmi makamlara yazdığım dilekçelerimde hakkımızdaki istihbaratı eserlerine kaynak yapanları ve buna ortam hazırlayanları hep şikayet ettim. Erdin Günçe bu engeli aşmak için yakın ilişki kurduğu Ahmet Şağar'ın gücünü kullanmayı bilmiş olabilir. Ahmet Şağar bu raporları Şenkal Atasagun'dan istemiş olmalı. Halbuki Ahmet Şağar ve Yılmaz Karakoyunlu'nun yaptıkları resmi bir işlem olmayabilir. Kendilerinden şikayetçiyim.

Eğer Yılmaz Karakoyunlu bu raporları resmi yoldan elde ederse, ben de yasal haklarımızı korumak için yasal yollara başvuracağım. Hakkımızdaki istihbaratı oyun, film senaryosu, roman, hikaye yazmada kaynak olarak kullananlara karşı yasal haklarımızı korumak amacıyla yasalar karşısında ne gerekiyorsa yapmak amacındayım.



Ibrahim Aksoylu :Hakkımdaki istihbarat raporlarını okuman yasak.

Yılmaz Karakoyunlu: Sen vermedin, Ahmet Şağar verdi.

Ibrahim Aksoylu : Onun görev kapsamında mıdır size bu raporu verdirmek.

Yılmaz Karakoyunlu: Koskoca başbakanlık müsteşarı istedi mi verir. Bir telefon etse Şenkal ona gönderir. Ahmet, Şenkal'ın amiri olur.

Erdin Günçe: Ahmet Beyin bürosu benim ağabeylerime göredir. Sen oraya dilekçe ver benim ağabeylerim aldırır bana göndermeyi bilirler. Ağabeylerim istedi mi Ahmet Bey o raporu Yılmaz Bey'e de verebilir. Sen karışamazsın.

Ibrahim Aksoylu: Kim senin ağabeylerin.

Erdin Günçe: Ben bir tanesini söyleyeyim, Erkan Gürvit değil ona göre.

Ibrahim Aksoylu: Ahmet Bey'in yaptığının da yasak olması gerekir.

Yılmaz Karakoyunlu: Ahmet bizim adamımız. Kime verdirmeyecekmiş, bana mı?

Ibrahim Aksoylu:Bu kadarı ayıp. Yazı için kaynak yapmak amacıyla aldırdığınızı herkes biliyor.

Yılmaz Karakoyunlu: Kim nerden görecek. Ben biraz bakayım şöyle güzelce kopyalayayım bana yeter, sen de o zamana kadar itirazını yapma istersen.

Ibrahim Aksoylu:Bir gün bu dosyalar açılır, adınız kirlenir.

Yılmaz Karakoyunlu: Sil gözlerinin yaşını ben seni iyi göstereceğim kitabımda, ben büyük yazarım. Sen şiir filan yazmadın ha. Ben yazacağım.

Erdin Günçe: Ulan, ne güzel ağlayıp duruyordun, yazmayalım da ne yapalım.

Ibrahim Aksoylu: Istihbaratı piyes, film senaryosu, roman yazmak amacıyla kullanmak yasalara göre yasaktır. Kanunsuz iş yapmayın. Yasalara uymuyorsunuz.

Yılmaz Karakoyunlu: Yasaları benim gibiler yapar, senin gibiler değil.

Ibrahim Aksoylu: TBMM'nin yaptığı yasaları bilerek ve önceden karar vererek çiğneyen birisi olarak, TBMM üyesi olmaya layık değilsiniz.

Yılmaz Karakoyunlu: Yasal hakkın varsa durma al.

Ibrahim Aksoylu: Siz resmi işlem yaptırarak, yani tezkeresini hazırlayıp isteyin, ben yasal yollardan hakkımı almak için girişimde bulunacağım. Resmi olmayan yollardan, yani el altından almışsınız. Usulsüzlük yapmışsınız. Hakkımdaki MIT raporları gizlilik kapsamındadır. Yılmaz Karakoyunlu konumundaki insanların o raporlara ulaşması yasak kapsamındadır.

MIT yetkililerine Yılmaz Karakoyunlu hakkında ihbarda bulunuyorum.

Eğer Yılmaz Karakoyunlu ve Ahmet Şağar'ın yaptıkları bir batı ülkesinde olsaydı, büyük yankı yapar ve kendilerinin işlerine son verilirdi. Kamuoyu önünde azarlanırlar, itibarları iyice düşürülürdü. Siyasi hayatları da sona ererdi.



LALE DURUİZ, FATMA ŞEN DURUİZ

Fatma Şen Duruiz'i hiç tanımam. Başka bir şahsın adını onunki ile karıştırmak yüzünden bir süre onun adını fazlaca telaffuz etmişliğim varmış ODTU yıllarında. Gerçek Fatma Şen karşıma geçince kendisini hiç tanımadığım ortaya çıkmış.

Lale Duruiz ile bir kaç dakikalığına ortak bir tanıdığımızı ziyaret ettiğimde aynı masanın başında oturduk. Konuştuk denemez. Sadec o konuşmuş bana yersiz sevimsiz birkaç sözle sataşmıştı. Kendisine hiç karşılık vermemiştim. Bunun dışında hiçbir şekilde konuşmamız, hatta selamlaşmamız bile gerekmedi.

Lale Duruiz ve Fatma Şen Duruiz ile hiçbir yakınlığım yoktur ve geçmişte de olmamıştır.

Kendilerinin ben ve ailem adına bilmediğim insanlara iksir verdirdiğine dair işaret aldım.

Kendilerinden şikayetçiyim.





Not:31 ocak 2002 Son yirmi gündür Erdin Günçenin yerime adam konuşturarak bozduğu dünyamı düzeltmeye çalışıyorum. Son iki gündür üzerime örtecek bir şey bırakmadılar, uyku tulumum kalmadı yatacak. Nerye gitsem Erdin Günce ve Füsun Candanere uygun yapılmış. Yerime adam konuşturanlar gene onlar da o yüzden. Defterime kendi söylemlerimi yazarak durdurmayı denedim, sökmedi. Bugün yeniden Melbourne Başkonsolosluğuna elden dilekçe vererek kurtulmayı deneyeceğim.



Not: 2 Mart 2002 Cumartesi- Erdin Günçe'nin bir özelliği de kuru sıkı palavra atmaktaki pervasızlığıdır. Sydneydeki Dünya gazetesinde yazdığı bir yazıda ağabeyi Ergin Günçeyi methediyor, yere göğe sığdıramıyordu. Ona göre ağabeyi Ergin Günçe, Ekonomi ile Matematiğin, Edebiyat ile Felsefenin birleştiği yerde büyük bir alim imiş. ODTÜ'de kendisini yakından tanıyanlar gülüp geçerler bu palavraya. Matematiğe ilgisi hiç yoktu. Bilgisi de çok azdı. Ergin Günçenin matematik bilgisi ODTÜ elektrik mühendisliği birinci sınıf öğrencisinin bildiği matematiğin yanından çok zayıf kalır. Övünmeyi çok seven kendisi bile, Matematiği ile hiç övünmezdi. Lisede iken fen derslerinin iyi olmadığını, bu yüzden gençliğinde bir üniversitenin giriş sınavı için bir okuldaşından matematik ve fizikten kopye almak için anlaştığı, fakat arkadaşının sözünde durmadığından yakınmıştı.

Ekonomi konusunda ise ODTÜ ekonomi bölümünün o yıllardaki öğrencileri ve öğretim üyelerine göre, bölümün en zayıf ikinci öğretim üyesi idi. Erdin Günçenin yazdığı gibi profösör değil, doçent idi. Hiç profösör olamamıştı. Bölüme işe başvurduğunda, ODTÜ'de öğretim üyeliğine kabul edilmeyecekti. Bölümdeki akademik kurula göre yeterli sayılmabilirdi. Akademik olmayan, ama hayır denilmesi mümkün olmayan bir yerden, "emir kipi"nde bir ikaz gelince işe alındı. (Ne garip, o yıllarda ekonomi bölümünün en zayıf birinci hocasının da aynı "hayır denilmesi mümkün olmayan yer"den gelen emir kipindeki ikazla işe alındığı yolunda duyumlar var.)

Felsefe konusunda methini hiç duymadım. Günlük yaşantısındaki davranışları felsefesini yansıtıyorsa eğer, felsefesi "işini kılıfına uydurmak" diye özetlenebilir. Mahallede oturan bir felsefe profösörü ile giriştikleri bir sohbette, felsefede zayıf kaldığı için Ergin Günçenin konusu olan ekonomiye geçilmiş, yine zayıf kaldığını anlıyan Ergin Günçe "siz bizim konumuzu da elimizden alacaksınız" diye serzenişte bulunmuştu. Ergin Günçe hiçbir konuda alim değildi. Hatta kendi konusunda bile okulun zayıfça hocaları arasındaydı.

Edebiyat konusuna gelince; Bir şiir kıtabı olduğunu duydum. "Genç Ölmek" adlı şiir kitabının bazı Fransız şairlerinin eserinden alıntılarla dolu olduğunu duyunca şaşırmadım. Bana göre Ergin Günçe başkalarından kolayına gelecek şekilde bir şeyler çalabilirse edebiyatçı diye geçirtebilir kendini. Tıpkı küçük kardeşi Erdin Günçe gibi.

Benim hakkımda MIT raporu yazıp sinemacılara pazarlayan kardeşi ile yaptığı işbirliği, hem edebiyatçılığının hem de hayat felsefesinin gerçek yüzünü ortaya çıkarıyor.

Önemli ve yüksek mevkideki bazı insanları geçmişte tanımıştı ama nedense onu çağırıp görev veren olmamıştı 35 yaşından sonra. Gençliğinde gevezeliği, ataklığı ve özgüveni sayesinde güçlü insanların yanıbaşında bulunabilmişti. Kendisi "ben senin yaşında iken (26 yaşında) ODTÜ rektörünün yatırım danışmanı idim" diye övünürdü. Ecevit'in iktisat danısmanlığı yapmışlığı olduğunu arada bir tekrarlardı. Sonradan, gençliğinde her yere boynunu uzatıp, kısa bir süre sonra gerçek değeri ortaya çıkınca burnuna vurulup ayrılmak zorunda bırakıldığını öğrenince, şaşırmayacak kadar iyi anlamış durumdaydım onu.

Pariste Şorbon üniversitesinde doktoraya başlamışken kendisini kıskananlar yüzünden geri çağrıldığını alçak sesle şöylemişti. Daha sonra, başarısız bulunduğu için Şorbon üniversitesinden ayrılmak zorunda kaldığını duyunca hangisinin doğru olduğunu tahmin etmekte güçlük çekmedim.

Ergin Günçe de küçük kardeşi Erdin Günçe gibi duruşu, jest ve mimikleri ile sade ve mütevazi değil, ama çok önemli ve üstün bir insan olduğunu işaret etmek isterdi. Demek bazılarını gençliğinde kandırmış. Onu tanıdığımda ilk 15 gün beni bile kandırabilmişti.



Not: 17 mart 2002: Erdin Günçe'nin insanları yok yere küçük düşürmeyi seven biri olduğunu söyleyebilirim. Rastladığımda çoğu zaman ağır bir darbe vurmak ister gibiydi. Belli ki zihninde hep insanları nasıl yere çalacağını kurguluyordu.

ODTÜ yıllarımda bir yurt odasında karşılaştığım Erdin Günçe (devrimci militan Numan) beni azarlayıcı ve alaycı bir tonda "sen lisede ikinci mi oldun ha?" diye sormuştu. Hiç yeri de yoktu sorusunun. Babamın beni öven ağızlarını yüzüme vuruyor olabilirdi belki de.

Babam sorunca da bir okuldaşımın hepimizden epey başarılı olduğunu, ondan sonra gelebilecek beş altı öğrenci arasında olduğumu düşünerek, ikinci en iyi altı öğrenci arasında olduğumu söylemiş olmalıydım. Bu iddia palavra sayılmazdı. Nitekim üniversite giriş sınavında o öğrenci okulumuzun en yüksek puanını almıştı. Ben ve geriden gelen altı öğrenci, onun 60 puan arkasında, birbirimizden birkaç puan farkla sıralanmıştık ama aramızdaki fark çok azdı. Üniversite giriş sınavında genel toplam punında Izmir Kolejinin ikinci yüksek puanını toplamıştım. O sınav bütün lise derslerini kapsayan bir çeşit bakalorya sınavı sayılabilirdi.

Pek de yalan söylememiş olduğumu bu sonuç ortaya çıkarıyor sayılırdı O durumda bile önemli olan üniversiteye girebilmekti ve onu Erdin Günçe'nin küçümseyemeyeceği kadar iyi yapabilmiştim. Genel toplamda Türkiye 46.ncısı olduğum sınava girdiğimde 4 gündür uykusuzdum ve bir gün önce sabahtan akşama kadar temmuz sıcağında Izmirde yatacak otel aramak zorunda bırakılmıştım gizli servis görevlileri tarafından. Sınav günü sabah mideme hiçbir şey girmemişti. Kahvaltı yapamadan girdim sınava. Yapsaydım iksirlenip başarısız olacağım kesindi.

Birçok öğrenci gibi beden dersinden rapor almayı becerebilseydim derece için şansım olabilrdi ve o amaçla dereceye girmek için çalışabilirdim belki. Belki dereceye girerek Erdin Günçeyi mutsuz edebilirdim.

Lisede dereceye girmeyi beklemediğim gibi, giremediğime hiç aldırmamıştım. Erdin Günçe çok aldırmış olmalı, aylar yıllar sonra beni gördüğü zaman "övünmeyi seven babamın ağızları" yüzünden küçük düşürmek istemişti beni. Halbuki babamın palavracılığı, Erdin Günçenin palavracılığı yanından çok kısa kalırdı.



ŞİNASİ ÖNDE




Şinasi Önde ile İzmir Kolejinde son sınıfta 1 yıl beraber okudum. Orta 3'den beri tanışırız. Kendisiyle hiçbir zaman çok yakın olmamakla beraber lise yıllarımızda daima uygunca münasebetim oldu. Liseden sonra hiç ilişkimiz olmadı.

Beni ve yakınlarımı payanda olarak kullanmanın cazibesine kapılan fırsatçılardan biri olduğunu çok geç anladım (2000 yılı baharında). Yakınları üzerindeki iksirlemeyi ben ve bazı yakınlarım üzerine kaydırmayı, savmayı ortaokul çağlarımızdan beri bilmiş. Şinasi’nin yakınları üzerindeki iksirlemeye karşılık verilirken benim yakınlarım adına gösterilince cevaplar bize gelmeye başlamış. Şinasi'nin yakınları yerine ben ve yakın akrabalarım iksirlenmiş durmuşuz.

Ben ise etrafımdaki gizli servis eylemlerinden habersizdim. Şinasi Önde’nin haberi varmış ve adıyla uygun en hep “önde” imiş. Senelerce beni ve yakınlarımı hedef alan eylemleri zaman zaman başlatan insan olmuş.

Olaylar karşısında Şinasi Önde’nin tutumu, kendisinin bizi yere çalmayı cok sevdiği, dostlarını yakınlarını savunma iddiasi ile bize yersiz, dayanaksız ve hayasızca sataşmaları hakaretleri yaptırmayı sevdiğini gösteriyor.

Şinasi Önde bizi kurtarmayı hiç istememiş. 12 Eylülden sonra beni kurtarmak isteyenlerin girişimlerini, o insanların bölgesinden beni uzak tutmayı deneyerek, mesela ağır hakaretler ettirerek önlemiş. Bu tür girişimlerini zamanında anlamasam bile yıllar sonra çıkarabildim.

1983 yılının son günlerinde olmalıydı. Takip ettiğim birkaç bilgisayar dersi icin arada bir ODTÜ Bilgisayar Mühendisiliğine gelir ve en yakın kantin olan Elektrik Mühendisliği Bölümü kantinine uğrardım. Elektrik Mühendisliği koridorlarında birgün Arzu Koç kılığına girmiş bir ajan (o zaman gerçeği sanmıştım) bana ağıza alınmayacak hakaretler etmeye başladı. Bunu belki de yarım saat sürdürdü. Bunu 4 gün boyunca her Elektrik Bölümü binasına girdiğimde sürdürdü. Elektrik Mühendisliğindeki bazı asistanlarla benim çevremdeki nahoş olaylar nedeniyle aram pek de sıcak olmadığından şahit olmalarını isteyemedim. Aynı mahallede oturduğum bir görgü şahidinin ağzını yokladığımda olumlu cevap alamadım. Ajanların işledikleri suçların görgü şahitleri bile şahitlik etmeye korkuyorlardı.

Uzun yıllar sonra olayın gerçek mahiyetini anladım. ODTU Elektrik Bölümünde bana durumu ve çözümü duyurmak isteyenler varmış. Bunu öğrenen Sencer Koç, Şinasi Önde'ye bildirir. Şinasi Önde beni güya “rezil” edip o bölüme gelmemi önlemek için Arzu Koç görünümüne soktuğu bir ajanını bana hakaret ettirmek üzere yollar. Bölümdeki müttefikleri olan Füsun Candaner, Sencer Koç, Ersin Tulunay vasıtasıyla da bana yaklaşmak isteyen öğretim üyelerini uzak tutmayı başarır. Amaçları benim kurtulmamı mümkün olduğunca erteletmektir. Biz bu cendereden kurtulursak Şinasinin iksirlediği adamlar, karşılığını Şinasi'nin yakınları dahil, korumayı amaçladığı insanlara vereceklerdi. Şinasi Önde”nin ve yol arkadaşlarının çekindiği durum buydu.

Şinasi Önde ve Arzu Koç”un korumacıları olan ajanlar ben ve yakın akrabalarımı küçücük çocuklarımıza kadar payanda-kalkan olarak kullanmayı sürdürüyorlar. Erdin Günçe, Fusun Candaner, Oya Sevimli, Ahmet Dilsiz gibileri bu duruma uygun ortam hazırlıyor. Bunu önlemek için birkaç ay hergün bu insanlarla yakınlığım olmadığını kendi cep telefonumun telesekreterine söylemeyi denedim. Sonunda telefon parasını karşılayamacak kadar fakirleştim.

Şinasi Önde, Erkan Gürvit’in yakın tanıdığı birisi olacaktır. Isteseydi 12 Eylül döneminde çok kolay kurtarabilirdi. Tam tersine beni kurtarmak isteyenlere ağır hakaret ettirmeyi bile istedi.

91 yılından beri Sydney’de yolda yolakta Arzu adına bana en ağır hakaretleri edenler neyin peşindeydi acaba? Bu çirkin durumla bir ilgisi vardı elbette.

Şinasi ben ve ailem adına göstererek hasımlarına iksir verdirmeyi uzun yıllar sürdürmüş. Şinasi’ye göre bu onun hakkı imiş. Çünkü birkaç defa beni korumuş imiş. İzmir Kolejinde Şinasi beş altı kere, Bülent Doğruyol da üç kere tabağımı değiştirerek veya dökerek beni iksirlenmekten kurtarmışlar. Aileleri o yıllarda beni payanda olarak kullanmaya başlamış. Halbuki Izmir Kolejinde bana hemen hemen her yemekte iksir verilmiş, hatta kantinde hafta sonu çarşıya indiğimiz zaman bile iksir verilmiş. Bir sene boyu üçünü beşini düzeltmekle ne kadar korumuş olabilirler? Onlar belki yağmurun bir kaç damlasından beni sakınmış olabilirler. Biz o zaman da yağmur altında ıslak durumdaydık şimdi de öyle. Seneler boyu, Şinasi ve çetesi hep böyle ıslak kalmamızı, hiç kurtulmamamızı sağlamaya çalışıyor.

Şinasi’nin bizi kurtardığı iddiası safsatadır. 3 kere tabağımdaki iksiri hafifletmek karşılığında 50 kere bizim adımıza bilmediğimiz insanları iksirleyip bizim mesela 50 kere zehirlenmemize sebep olmaktır yaptığı. Şinasi’nin fonksiyonunu yerine getirebilecek başka insanlar bir hayli mevcuttu. Bazıları Şinasi’den de kötü idi. Erdin Günçe örneğinde olduğu gibi. Ismini veremiyecegim bazıları ise çok daha iyilikçi olabilmiş. Ama hepsi de kendi yakınlarına yönelik iksirlemeyi bize yöneltmek karşılığında yardım edecekti. Öyle bile olsa, daha iyilikçi ve daha az istismarcı birini görevlendirebilirlerdi. Çirkin Gizli Servis anlayışı içinde kurtarılmayı değil, bunu hayal edebildim ancak. Kurtarılacak kadar değerli bulunmamışız gizli servis görevlilerince.

Arzu’yu ve anasını koruyacağım diyerek benim ve yakınlarımın akıl hastası yapılmasına olanak tanımasını hiç bir şey mazur gösteremez. Korumak istediği birini korumanın uygun yolları vardır. Erkan Gürvit ile yakınlığı en büyük avantajıydı. Bu avantajını kullanarak Arzu Koç ve annesinin üzerindeki iksirlemeyi kolayca durdurabilirdi. Olsa olsa, birileri ile bilek güreşine girip onları “ne yapıp edip yenmek, onlardan intikam almak” pahasına beni ve yakınlarımı akıl hastası geri zekalı yapmayı kolayca göze almaktır yaptığı.

Şinasi çok sevdiği arkadaşı Bülent”in babasının başlattığı vicdansızlığı sürdürmek gereğini duymuş. Onların düşmanları ile giriştiği kan davasında, Bülentin ailesi ve Arzu Koç'un ailesi yerine benim ve yakınlarımın ağır yara almalarını uygun bulmuş. Bunun neresi beni ve yakınlarımı kurtarmaktır.

.

Şinasi Önde gibilerinin, benim ailemi kurtarmak için projeleri şöyle özetlenebilr; Bunu (beni) vurun ya da yabancı develete kaçırın, otekini (anamı, o da ajan gösterilmiş) yavaş yavaş öldürün. Gerisini ihtiyaç halinde payanda yapmayı sürdürün.

Anam babam ve ardılları, yani çocukları, torunları, torunlarının çocukları v.s. (ailem diye kısaltıyorum.) arasında ajan olmadığını gayet açık bir şekilde anlattım. Bu gerçeği Erkan Gürvit, Şenkal Atasagun, Emre Taner başta olmak üzere pek çok MIT görevlisi iyi bilir. Neden hala bizi ajan sayıp kirli işlerini bizim adımıza ciro etmeye gerek duyanların durumları düzeltilmez. Bu durum ben ve yakınlarımın başkaları yerine iksirlenmelerine neden oluyor. MIT yetkililerinden bu çarpık duruma son vermelerini istiyorum. Bu acaip düzen sürdükce, daha kimbilir kaç kurban, hiç işlemediği cürümler yüzünden gizli servis görgüsüne göre cezalandırılır durur.



Sinasi Önde ve yakınlarının ben ve aileme yönelik kirli eylemlerinden şikayetçiyim.

NOT :

1- 1994 yılında Ankarada ben ailem üzerindeki payanda/kalkan oyunu oynayanları işaret edebilmek için gizli servisçiler bazı mizansenleri yol ortasında oynadılar. Bunlardan biri de: “senin 6 tane gayrimesru çocuğun var, ikisi Izmirde, biri Balıkesirde, biri Samsunda, biri Antalyada, biri Ankarada” deyip çocukların benzerleri deyip bazı insanları yol ortasında karşıma çıkardılar. Benim gayrımeşru çocuğum filan olması imkansızdı. Kastettikleri şey, beni kalkan payanda olarak kullananların bana verdirdikleri iksirlerin etkisini işaret etmek idi. Balıkesirdeki gayrımeşru çocuğum erkek olup cüce, çok zayıf, sol ayağı topal, çok fazla tüylü birisi olarak gösterildi. Demek ki Şinasi bana “boyumu kısaltan, tüylendiren, güçsüzleştiren, ayağımın topal olmasına neden olan” iksirleri verdirmiş. Hiç değilse geri zekalı yapan iksirleri verdirmemiş. Bundan büyük iyilik olur mu?

2 - Şinasi Onde”nin Emniyet istihbarat subesinde beni komik gosterebilme cabasi icinde oldugunu anladim. Ilk defa gordugum sivil polisler beni gorunce kahkaha atmak, alay etmek istiyor gibiydiler. Empati ile yapılan işkenceyi dillendirmeye çalıştığım söylemlerimi alaycı sorular olarak bana yöneltmeye çalıştılar.



3 - "Birtek insan degil yuzlerce insan istismar etmis bu aileyi" diyerek hepsini örtbas etmek isteyen gizli servis camiası tarafından Şinasi”nin yaptıkları örtbas edilecek gibi görünüyor.



4 - Türkiye”de empatinin siddeti Ankarada yüksekti. Balıkesirdeki teyzeme gittiğimde azaldı. Antalyada da ilk 5 gun hafifiti. Onlarin istedigi insan yerine cocukluk arkadasima gittigimde birden yukseldi. Izmire ugradigimda azaldi. Cingenelerin istedigi yerlere gidince azaliyordu. Ailemi kalkan payanda yapan kendi yerlerine zehirleyen insanlarin cetesi bu empati cihazlarının başındaki ajanları elegeçirmis demek ki. Balıkesir”in Şinasinin memleketi olması tesadüf degil.



5 - Sinasi hayalindeki işe, ajanliga girince evvela sevdiklerini “kurtarmak” (!) isine soyunmus. Bunu yapması ilk bakışta çok makul sayılır. Ama bizim gibi hic ilgisiz insanlari yem/kalkan/payanda olarak kullandigini ve acimasizca vicdansizca davrandigini ogrenince eski okuldasim hakkinda bagirmak istedim. Bulent Dogruyol”un annesine ve Ayca Gurvit”e verilen iksirleri bize yönelterek sevdiklerini veya değer verdiklerini kurtarırken bizim yara almamıza sebep olmuş. Hasımlarından iki tanesini iksirleyerek tekerlekli sandalyeye mahkum etmiş. Felçli yapılanlardan bir şahıs, önemli biri imiş ve bizi hedef almış.

6 - Şinasinin iksirleri durdurduğu iddiasi safsatadir. Mumkun olsaydı kendine yakınlarına yapılanı durduracak, bizim gibileri kalkan yapma gibi yollara başvurmayacaktı. Hafifletmeye gelince; Şinasinin adamları bize verilen iksirleri hafifletmeye çalışsa bile zararlarından tamamen sakınmak herzaman mümkün olmayacaktır. Temel kimya bilgisi olan herkes, her zehirin panzehiri olmadığını, bazılarının etkisini yok etmenin mümkün olmadığını, bazılarının etkisinin sadece zayıflatılabileceğini bilirler. Beyne yerleşen bazı kimyasal maddelerin hiçbir şekilde bünyeden atılamadıgını da öğrendim. Benim yakınlarım arasında sinir hastalıkları bolca bulunur. Ben sarsak sarsak yürüyen yolda insanlara çarpmamak için fazlaca dikkat göstermek gereğini duyan birisiyim. Fazla iksirlendiğim günlerde manevra alamayıp duvara direğe çarptığım bile olur. Bu durumu Şinasinin iksirlediği insanların tepkilerine, dolayısıyla yine en başta Sinasi Önde"ye borçluyum.

Hangi hukukta, hangi medeniyette kötürüm etmek felçli yapmak diye bir ceza vardır? Bu ceza Şinasinin vicdanında varmış. Şinasi ben ve ailem adına göstererek daha kaç kişiyi kötürüm etti veya sakatladı bilmiyorum. Şinasinin suçları epeyce fazla olmalı ki bizim kurtulmamamız için büyük çaba sarfediyor.

7 - Şinasi Önde gizli servis görgüsune göre kamufle edilmiş bir ajan olup ağır cezalık eylemleri yüzünden ceza almaması için ölmüş gösterilip yeni bir isimle canlandırılmış. Üniversite yıllarında yeni adının Erdal olduğunu duymuştum. Sonra tekrar isim değistirme gereğini duymuş. Demek sivil makamlarca ağir ceza gerektirecek suçları işlemeyi sürdürmüş. Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesinde Farmakoloji kürsüsünde öğretim üyeliği yaptığını da öğrendim.

Kendisini Liseden sonra 1970'li yıllarda Kızılay'a doğru yürürken kalabalık arasında görmüştüm. Bir kaç adım uzaktan kendisine seslenmiştim. Hiç ses vermeden uzaklaşmıştı.

1980'li yıllarda Kızılay'da Adem Yavuz sokakta bir eczanede gördüğüm beyaz önlüklü Şinasi Önde'ye gülümseyerek seslendim. "Şinasi". Şinasi yüzündeki soğuk ve vakur ifadeyi hiç değiştirmeden "birisiyle karıştırdınız galiba" gibi bir cevap verdi. O kadar benzerlik olabilirdi. Şaşkınlıkla biraz geri çekilip yeniden bakmaktan kendimi alamamıştım. Bir kaç sıcak söz beklemiştim. Ne de olsa lisede aynı sınıfta bir yıl okumuştuk. Hafta sonları okul-Bornova yolunda birlikte çene çalarak yürümüşlüğümüz bile vardı.

Çok sonra, Şinasi'nin Ankarada Eczacılığı bitirdiğini, öğretim üyesi olduğunu bir yandan da Adem Yavuz sokakta eczane işlettiğini öğrenince, gördüğüm adamın gerçek Şinasi olduğunu anladım.

Şinasi beni taa ortaokul yıllarımızdan beri kendi yerine iksirletmeyi öngörmüştü. Olgun yaşlarında bana uluorta hakaret ettirmek, aşağılamak için ajanlarını seferber ederek, içindeki zehiri kusmuştu. Demek ki o beni hiç bir zaman dost olarak benimsememişti. Yıllar sonra eczanesinde görünce bir eski bir sınıfdaşım olarak sıcak bir merhaba demek istediğim Şinasi'nin gerçek yüzü belki de buydu. 15 yaşımdan beri tanıdığım Şinasiyi hiç anlayamamışım.

Şinasi birkaç kere ismini değistirmek zorunda kalmış. Şinasi Önde Sivil makamların (mesela emniyet ve yargı) tarafından affedilemeyecek cürümler işleyince ölü gösterilip yepyeni bir isimle yeniden canlandırılmış. Yeni adı ne bilmiyorum. Yegenim Bilge Evcil'e Gazi Tıp fakültesinde okurken beni aşağılayan birkaç söz sarfetmiş ve yeğenimi mahçup etmiş. Yeğenimi payanda yaparak, adam iksirleyi uzun yıllar sürdürmüş. Yeğenimin okulu bitirmemesini, payandasının elinden kaçmamasını sağlamak için fakülte içinde öğretim üyelerini uyarmayı ve etkilemeyi başarmış. 1990'lı yıllarda Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Farmakoloji kürsüsünde hocalık yaptığını öğrendim. Başından beri iksirciliği öğrenmeyi ve düşmanlarını iksirlemeyi amaçladığı için en uygun mesleği seçmiş. Tanrı bizi bu Şinasi gibi manyak kaatillerin iksirlerinden korusun.



8 - 1991 92 93 yıllarında gizli serviste güç dengeleri değişince Sinasi Öndenin ağır yaraladığı insanlardan bazıları, Şinasinin dostlarına karşılık vermek imkanı bulmuş. Beni payanda olarak kullanmasınlar diye Sinasi Önde çözüm üretmeye başlamış.

Bir çözüm önerisi beni öldürtmek imiş. Bunu bana izah edebilmek isteyenler için bir hayli zorlandılar. Peşime Şinasinin dostlarının benzerlerini tabanca ile çıkardılar.

Şinasi'nin bir başka çözüm önerisi ise bütün yakınlarımın Avustralyaya gönderilmesi imiş.



Ruyamda beni Sinasi ile sohbet ettirdiler. Ona Lisede Sems derlerdi.

SEMS: Kendi kendine yaptın.

IBRAHIM AKSOYLU: Neyi.

SEMS:Arzu”nun adını niye anıyorsun.

IBRAHIM AKSOYLU:Takma adını kullanacak kadar yakın olmadığım için adını kullandım.

SEMS:Adını bile anmayacaktın.

IBRAHIM AKSOYLU:Insanlar adıyla anılmaz mı?

SEMS:O mahallede bulunmayacaktın. Seni kurtarmaya gelen olacaktı. Defolup gitmen lazımdı.

IBRAHIM AKSOYLU:Yahu bu Şems beni tanır, güç durumda olsam yardım bile edebilir. Niye bana sövdürdün?

SEMS:Bülent"in ailesinden biri için sövdürmek değil, bütün sülaleni öldürtebilirim. O senden çok daha değerli.

IBRAHIM AKSOYLU:Bülent değerli olsun varsın. Bizi niye öldüreceksin.

SEMS:Bülent"i kurtarmak için.

IBRAHIM AKSOYLU:Bülent”in kurtulması için bizim ölmemiz mi lazım.

SEMS:Sen bizim okula niye geldin madem.

IBRAHIM AKSOYLU:Sizin okul muydu, beni Maarif gönderdi oraya.

SEMS:Bizim okula geldiysen Bülent için de benim için de iksirleneceksin.

IBRAHIM AKSOYLU:Neden?

SEMS: Bülent gibi değerli insanlar icin senin gibi çoban soyu feda olsun.

IBRAHIM AKSOYLU:Sems! Gel biz daha kimsesiz daha cahil daha fakir çobanlar bulalım. Onları hepimiz yerine payanda kalkan yapalım, hep beraber kurtulalım.

SEMS:Olmaz, gene de siz. Nerden bulayım sizin gibi saftirikleri şimdi.

BULENT DOGRUYOL:Ulan, Arzu”nun abileri sizin köye kadar gidip babanla beraber bıçkı bile bıçmadı mı? Biraz da onlar icin zehirlen.

Rüyamda beni bir gurup cingene ile sohbet ettirdiler. Aralarında Sems de vardı.


CINGENELER: seni biz kurtardık.

1.CINGENE:ben seni FARUK DOĞUdan kurtardım. hatırladın mı.

IBRAHIM AKSOYLU: O bana niye kötülük yapacaktı?

2. CINGENE: Ben onun yakınlarını iksirlediğim icin.

IBRAHIM AKSOYLU: Seninle beni karıştırmış o zaman.

2. CINGENE: O kimi iksirleyeceğini çok iyi bilir. Senin yanından iksirlerim onu hep.

IBRAHIM AKSOYLU:Beni niye karıştırıyorsun?

CINGENE:Seni koruduğum icin.

IBRAHIM AKSOYLU:Kimden ?

CINGENE:Başka bir çingenenin iksirlediği zararlı mahluklardan.

IBRAHIM AKSOYLU:Zincirleme genişliyor yani.

SEMS:Benim iksirlediğim seni iksirliyor. Ben de koşup seni koruyorum.

IBRAHIM AKSOYLU:nasıl?

SEMS:Onu iksirleyerek.

IBRAHIM AKSOYLU:Sen onu iksirleyince o da beni iksirliyor, ben inleyince sen gene onu. Her zaman zincirleme değil yani, bazen de devri-daim.

SEMS:Tabi. Ben seni korumasam ölürdün. Bana çok borçlusun.

IBRAHIM AKSOYLU:Beni kurtarmak isteyenler olunca onları da kovalıyorsun. Niye?

SEMS:Seni korumak için.

IBRAHIM AKSOYLU:Bu sefer kimden

SEMS:Kendimden. Sen kurtulursan seni öldürmek zorunda kalırım.

IBRAHIM AKSOYLU:neden

SEMS:32 senedir senin yanından adam suladım durdum, iki tanesini tekerlekliye oturttum, Beş altı tanesini geri zekalı yaptım, bir kaç tane yarım-akıl hastası bile var, bunların hesabını ben mi ödeyeceğim.

IBRAHIM AKSOYLU:Ben mi?

SEMS:Tabi sen.

IBRAHIM AKSOYLU:Benim suçum ne?

SEMS:Bizim okula niye geldin? Benim icin de, Bülent için de, Coşkun için de zehirleneceksin

IBRAHIM AKSOYLU:Keske kovsaydınız. Sizden kurtulmuş olurdum.

SEMS:Gelmesen de kurtulmazdın oğlum. Erkan Abim seni 10 yaşında patates toplarken bulmuş.

IBRAHIM AKSOYLU:O kim.

SEMS:Kenan Evrenin oğlu.

COSKUN:Kıskandın mi? Biz adamı böyle yeriz.

SEMS:Fazla cart curt etme, donsuz resimlerini koyarız dergi kapaklarına.





SEMS:Biz onları senin yanından zehirleyerek kendimizi, Bülentin ablalarını, Arzunun ablalarını hem de seni korumuş oluyoruz.

IBRAHIM AKSOYLU:Kendi adınıza zehirleyip kendi kendinizi korusanız olmaz mı?

SEMS:Bu benim vazifem.

IBRAHIM AKSOYLU :Adam zehirlemek mi.

SEMS: İksircilik eczacılıktır ve bir sanattır. Şu senin geniş kasnak benim eserim, bu çarpık bacaklar da ötekinin. (benim göğüs kafesimi ve bacaklarımı göstererek) Bunlar iksirlerle yapılır.

IBRAHIM AKSOYLU:Beni ucubeye çevirmissiniz.

SEMS:Alt tarafa 1.90 lık birinden bacak taktırırsan uygun olur.





BULENT DOGRUYOL:Okulda senin yanından 60’a yakın insan iksir verdirdi. Bir tek biz miyiz.

IBRAHIM AKSOYLU: Öbürlerinin bir kısmı, beni uzaklaştırana kadar kendine gelen iksirciyi kovalamak için yaptıysa bile senin kadar büyük istirmacı değillermiş. Senin gibi ömür boyu kuşananlar çok az.

BULENT DOGRUYOL:O okulda senin yanıbaşında bulunduk diye iksirlendiğimiz için senin yanından iksir verdirdik biz? Öyle değil mi Şems?

IBRAHIM AKSOYLU:Ben o okulda 2380 cocukla aynı okulda okudum. Sadece 60 kadarı bunu denemiş. 15 kadarı senelerce sürdürmüş. Hiçbiri de senin kadar vahşice ve uzun süre oynamamış bu oyunu.

ŞEMS: Zekice oynamış zekice.

IBRAHIM AKSOYLU:Iyi hatırla ben seninle Lise üçe gelene kadar selamlaşmadım hatta sohbet bile etmedim. Lise sonda aynı şubeye düştüğümüz zaman da benden uzak durmak çok kolaydı.

Daha sonra hiç tanımadığım yakınların yüzünden, az daha tamamen akıl hastası yapılıyordum. Ben seninle 1972 yılından beri hiç konuşmadım. O tarihten çok sonra doğan çocuklarınız yerine bile beni iksirletiyorsunuz. Kavganızı kendi adınıza yapın. Bizi karıştırmayın.

BULENT DOGRUYOL:Onu da Şinasi yapmış.

IBRAHIM AKSOYLU:Baban 1969 da baslattı, sen de daha ortaokuldan beri biliyordun. Bunu bana çok güzel hatırlattılar. Şinasi devreye sizin için 1973'ten sonra girdi. Daha önemlileri de var mı arkanızda.

Bana “Kürt ayrılıkçılara uygun” iftirasını atabilmek icin Erdin Günçe gibilerine düzmece mektuplar yazdıran ERKAN GÜRVİT mi acaba?

Bülent Doğruyol: Sen zavallı birisin. Acıyorum sana.

Ibrahim Aksoylu: Acımıyorsun Bülent, insanları küçültmeyi seviyorsun. Acımak vicdanlı insanlara göredir. Acısaydın 15 yaşından beri kendi yerine bizim zehirlenmemizi istemeyecektin. Bize hiç acımadınız ama küçültmeyi sevdiniz. Ne Arzu'ya ne sana karşı bir kabahatim yok sayılır. Buna karşın sizin bize karşı yapılmış ağır kabahatleriniz ağır hakaretleriniz var.




ERDIN GUNCE:Bunlar senin korumacıların, ona göre. Bunların 400 kadarını ben buldum. (yüzlerce çingeneyi göstererek)

1. CINGENE: Biri seni zehirlerse biz de onu zehirliyoruz

IBRAHIM AKSOYLU:Galiba tersi. siz birini zehirleyince o da beni zehirliyor.

1.CINGENE:Biz başlatmadık.

2 CINGENE: Bu sizin yanınızda zaten hep vardı.

3. CINGENE:Dedende de vardı.

4.CINGENE:Babanda da vardı.

5. CINGENE:Sizin sülalede irsi.

CINGENELER KORO HALINDE: Bizden kurtulamazsın köylü çocuğu. Geberene kadar bizim için iksirleneceksin.





Kabus burada sona erdi


FERIT ERGIN



Bu adami ilk defa 16 yaslarinda cevik bir oglanken hatırlıyorum. Köydeki evimizde tahta dolaba yerlestirdigimiz süt leğenlerini iksirlemıştı ve yokus yukarı kosar adım kaçarken gormustum. Orta Dogu Sitesinde dolasirken ve ODTU kafeteryasinda masada bana satasirken de hatirliyorum.

1988de Avustralya'ya göç ettiğimde peşimden "yakın takip" kisvesi altında iksircilik yapmak amacıyla gönderilmişti. Rütbesi konsolos yardımcısı idi. Kisa zamanda başkonsolosluğa yükselltildi. Iksirci ağabeyleri öyle istediler.

Sydneyde Baskonsolos oldugunda buyumus saclari dokulmus, iyice güçlenmisti. Bu adamin suratini daha once gormus gibiyim deyip gectim. Kendisini hatirlamaya calismadim. Bulent Dogruyol rolunu iyice calisip bana Avustralya’da en agir hakaretleri belki de 200 kere edebilen biri oldugunu cok gec anladim. Meclis baskani Mustafa Kalemli geldiginde benim Mustafa Kalemli ile konusmamami saglamakla gorevliydi. Her konusana sert tepki veriyordu. Besbelli ofke ilaci almisti (ajanlar boyle seyleri yapmayi iyi biliyor) Ben konusunca beni sert cikislariyla susturmaya niyetliydi. Sonradan "ben o gun cok ofkeliydim, o yuzden sert cikmis olabilirim, bir art niyet aramayin" diyebilecekti. "MIT ile ilgili bir meseleyi soracagim, toplum icinde konusmak yasakmis, Mustafa Kalemli’den nasil randevu alirim" diye sordugumda koruma gorevlisi "baskonsolostan isteyceksin" diye cevap verdi. Baskonsolos Ferit Ergin’e aynen sordugumda "bana anlattin iste ne anlatacaksin" diye cok sert bicimde azarladi. Kendisine birkac hafta evvel konsoloslukta "pesimde MIT ajanlari oldugunu, yabanci gizli servise kacirtmaya calistiklarini, zehirlediklerini" soyledigimde "sizin hakkinizda oyle bir sey yok Ibrahim Bey, olsaydi mutlaka bilirdik" demisti. Ben bu israr karsisinda cekimser kaldim. Belki de kendisi boyle konusmak zorundaydi, ama bir meclis baskani daha acik cevap verebilir diye dusunmustum. Sonradan anladim ki Ferit Ergin olayin TBMM baskani Mustafa Kalemli tarafindan anlasilmasini istemiyordu. Kendisi Erdin Gunce ve Fusun Candaner ile bu cirkin tezgahin tam ortasindaydi. Bulent Dogruyol roluyle bana bol bol soverek, sahte bile olsa silah bile dogrultarak ve benim durumumun suruncemede kalmasini saglayarak, gorevini basariyla yapti.

Ferit Ergin benim uzerimin ve telefonum dinlenilerek kaydedilen konusmalarimin, eglenceli kisimlarini kasetlere ayirip Disisleri ve gizli servis mensuplarina eglencelik olarak dagitmis. Bu gorguye musamaha eden Disisleri mensuplarini kiniyorum. Boyle bir sey kendilerine yapilsa hangi tepkiyi verirlerdi acaba?

1999 yili Subat ayinda Avustralya’daki bankadaki parami gizli servisin Turkiye’den cektirmeyecegini anlayip ucaga atlayip Sydney’e geldim. Gelmisken hizmet belgelerimi ve vergi kayitlarimi da temin etmek icin birkac gun oyalanmaya karar verdim. Benim Sydney’de oldugumu firsat bilen Ferit Erginin derhal sahte mektupculuga giristigini anladim.

Sydney’de Central semtinde CB Hotelde 35 dolara bir oda tuttum. Karsi odanin kapisi yari acikti ve icerdeki adam surekli benim odanin kapisini gozetliyordu. Bir ara tuvalete gittim. Geri geldigimde yatak takimlari, carsaf, yastik odanin zemini ve cantamdaki hersey ikisrlenmisti. Yataga uzandiktan 15 dk sonra vucuduma sinen iksir vucudumu sizlatmaya basladi. O gece uyuyamadigim gibi iksirlenmek yuzunden vucudum sizladi. Bu iksir vucuttaki demir gibi mineralleri alip guturuyor ve insanin usumesine, degdigi bolgede kecelesmeye, sogukta donan parmaklardaki siziya benzer bir his veriyor. Etkisini dus almak bile geciremedi. Cok fazla verilmisti. En kotusu de ayakkabimin icini oyle bir iksirlemislerdi ki suyla calkalamak, ikide bir coraplarimi tuvaletlerde durulamak bile geciremedi. Yeni ayakkabi alacak param da kalmamisti. Iki gun sonra iksirli ayakkabi giymekten tabanlarimda genis iltihaplar olustu. Sydneyde ana cadde Goerge St’te insanlar ayakkabilarini eline alip ciplak ayaklariyla kaldirimda dolasan beni gorup garipsediler. Ucuz lastik pabuclardan alabilirdim. Tabanlarimdaki iltihaplanma yuzunden yavas yavas ve yan yan basarak bir ucuz ayakkabi aradim. Supermarketlerden birinde yigin halinde satilan cok adi 7 dolarlik bir lastik pabuc buldum. Bir kac gun daha yan yan basmak zorunda kaldim. Tabanlarimdaki iltihap aci veriyordu. Butun bu iksirlemeyi yapan CB hotel’deki keci sakalli adamdi.

Turkye’ye dondugumde beni Siyasal Bilgiler Fakultesindeki Ilber Ortayli’ya gitmem ve birinci dunya savasi doneminde Beylikduzu vakasi olayi ile ilgili kaynak sormam gizli servis gorevlilerince istendi. Siyasal Bilgilerde Ilber Ortayli’nin kapisini vurdum. Kapiyi actigimda masasinda oturan adam Sydneyde CB otelde beni gozetleyip feci sekilde iksirleyen adama cok fazla benziyordu. Keci sakali bile ayniydi. Ilber Ortayli daha yuvarlak oburu daha uzun yuzluydu. Bu ve benzeri olaylari degerlendirdigimde durumu aciklayabildim. (yardimci da oldular demek lazim) Birisine yonelik gizli servis eylemleri benim adima yazilarak gizli servise fakslaniyordu. O adam adina birisi de benim gozcum oluyordu. O gece de Ilber Ortaylinin mekubu yazilmis ve Ilber Ortayli benzeri Avustralyali benim gozcum olmustu. Gozcu gizli servisin kullandigi deyim idi. Aslinda bana yaptirilan agir iksirlemeydi. Ben ayrilinca yatagima tekrar yatmamam gerekirmis. Yatagima konan bir zehirli igne ile oldurulebilirmisim. Onun icin yatagim iksirlenirmis. Bu aciklama cok sacma geldi. Cunku iksiri 15 dk sonra farkedebiliyordum. Ignenin beni zehirlemesi saniye bile almazdi.

Sonuc olarak, hakkinda mektup yazilan insanin benzeri bulunuyor ve beni iksirlemek icin gorevlendiriliyordu. Her firsatta iksirliyordu. Bicak icin, kibrit icin, mendil icin, saat icin, madeni esya icin mevzuaata uygun iksirleri veriyordu. Her sahte mektup icin ben fena halde zehirleniyordum. Ferit Ergin’in aralarinda yer aldigi sahte mektupcularin anlayisi kahrediciydi; Zaten bu Ibrahim Aksoylu kacak ajan olarak gosteriliyor, bir tane daha kacak is yaptirmis gosterelim. Bazi insanlarin yazamadiklari gizli servisle ilgili olaylari Ibrahim Aksoylu adina yazalim.

Bu cevabin icindeki carpiklik birden fazla.

* Kacak ajan gostererek baslibasina bir suc isliyorsun Ferit Ergin. Ajan gosterip, adima iksir gonderip benim yeniden iksirlenmeme neden oluyorsun. Ayni o yalanini gerekce gosterip baska saibeli isleri de benim adima yaptiriyorsun. Niye kendi adina yazmiyorsun o sikayet mektubunu. Ben kendi sikayet mektubumu elimle Basbakanliga verebiliyorum. Sen de ver.

* Guclu tanidiklarin var. Volkan Vural Agabeyine git ve durumu aktar, o basbakana bile goturebilir Ilber Ortayli’inin durumunu. Ne gerek var sahibi belirsiz mektupculuga.

* Madem sahte mektupculugu Ibrahim Aksoylu adina yapacaksin, bari insafli ol da adamin cilesini kisa tut. Butun mektuplarini iki gunde yazdiramiyorsan iki haftada yazdir ve bitir su isi. 5 sene 6 sene sahte mektupculuk yaparak adamin izdirabini surdurme.

Bunun gibi olaylari ve soylemleri anlamakta gucluk cekiyorum. Baska bir aciklama da soyle; sahte mektubu yazilan insanlar beni kalkan/payada olarak goren insanlardir. (gizli servis gorgusune gore benim adima yapilan cirkin islerini benim adima yaptirarak kendilerini sakinirlarmis) Bana durumu anlatmaya calisanlar, beni o insanlara gonderirlermis.

Beni gondermek istedikleri Prof Mumtaz Soysal da oldu. Insallah o da benim adima ona buna iksir verdirmemistir. Ben Mumtaz Soysal’i 1998 yilinda Melbourne da bir konferans sonrasinda konusup durumumu anlatmak istedim ve tavrini cok degerli bulmadim. Bana hayri dokunmayacagini anlamistim. O olayi ayrica anlatmaya calisacagim.

Ferit Ergin’den sikayetciyim.



Not: Ferit Ergin hakkımdaki istihbaratı eserlerine kullanmak isteyenlere pazarlayan çeteye uygun birisi olduğunu anlıyorum. Telefon konuşmalarımın özel sohbetlerimin kasetlerini Volkan Vural gibi ağabeylerine eğlenceleik olarak, eserlerine kaynak olarak kullanmak isteyenlere gönderdiğine dair duyum aldım. Bu yaptıklarının yasak kapsamında olması gerekirdi.




FÜSUN CANDANER



ODTÜ Elektrik’e sırf beni takip için (iksirlemek için) gönderilen bir ajandır. Bu iş için gönüllü olduğunu duydum. Gerekçesi de basit; Bu soylu paşazade kızımız “hayatına heyecan ve macera” katmak istemiş.

Bu bayanın ailesi, benim ailemi ve yakınlarımı hiç görmemişken, ajanlar vasıtasıyla çok özel durumumuzu öğrenmiş. Söylem “bu ailenin yanından iksir verdirilir, herkes yapıyor zaten, bize de lazım” mealinde imiş. Füsun Candaner ailesi de fırsatı değerlendirip kızlarını ajanların cipine bindirip Izmir Kolejine göndermişler.

Ben olayı hatırlamakta zorlandım. Sonunda hatırlayınca şaşkına döndüm. Lise birde olmalıydım. Yemekhane binası civarında dolaşırken tanımadığım bir adam seslendi “hey şuraya gel de bir resim çektir”. Halsiz ve durgun bir anımdı (Izmir Kolejinde üç günümden ikisinde çok halsiz, yorgun ve durgun olurdum, iksirler yüzünden) . Yavaş yavaş yaklaştım ve yanlarına geçtim. Saçları başının üstünde iri örgüyle toplanmış 12 veya 13 yaşlarında gösteren küçük bir kızdı. Bu insanların kim olduklarını önemsemedim. Benimle resim çektirmek istemelerinde bir art niyet de aramadım. Resim çektirip ayrıldılar. Adlarını bile söylemediler. Ama iksir verdirmekle ilgili kaçamak cümleleri söylemişlerdir muhakkak.

Füsun Candaner için daha 15 yaşlarımda zehirletilmeye başlandığımı çok geç anlıyabildim.

Fusun Candaner bu oyunu daha sonraki yıllarda bana değil, daha kolay ilişki kurduğu anama ablama ve ablamın kızlarına defalarca oynamış. Köydeki evimize gelip bizimle oturup fotoğraf çektirmesi, bizim adımıza iksir verdirebilme hakkını elde etmelerini sağlamış. Benim ve ailemin bu durumdan hiçbir zaman haberi bile olmamış.

Bu bayanı 1973 senesinde üniversite 1 de iken sömestre tatilinde eve geldiğimde gördüm. Birkaç yıl evvel lisenin bahçesinde benimle fotoğraf çektiren kız çocuğu artık büyümüş genç kız olmuştu. Kendisini hatırlayamadım. Evimize gelişi bize pahalıya maloldu. Eve bir gurup insan gelmişti, birisi lacivert kruvaze ceketli ağır oturaklı bir adamdı (sonradan bu adamın Izmirde ve Burdurda birkac defa daha gördüğümü hatırladım) Bu bayan da topluca, şalvarlı, çevik bir köylü genç kıza benziyordu. Üzerindeki basma şalvar yeni dikilmişe benziyordu. Belli ki bu iş için sipariş edilmişti. Davetsiz ve habersiz kapıdan giren bu insanların halleri pek hoşuma gitmemişti. "buyrun, geçin" diyen anamı ve ninemi uyarmaya çalışmıştım "bilmediğiniz insana niye kapıyı açıyorsunuz" diye. Karşılığı Lacivert kruvaze ceketli adam vermiş, beni kendi evimizde azarlamakta sakınca görmemişti.

Füsun Candaner görevini yapmaya şevkle başladı. Önce kardeşime iksirli gazoz içirdi. Sonra ninemin seccadesini iksirledi, ninem hapşırmaktan, aksırmaktan, namazını kılamadı. Yemeklerimizi iksirledi. Ablamla çamaşır yıkamaya çıkıp çamaşırlarımızı iksirledi. Benim payıma, yemeğime konan cinsel güce doping etkisi yapan, ve çamaşırlarıma konulan kaşıntı yapan, odama konulan nezle yapan, hapşırtan allerjik bir iksirleme düştü. Odama çekildiğimde bu “hayasız” kız elinde fotoğraf makinasıyla “köy evlerinde hayat” denen salona açılan pencerenin perde aralığından benim çıplak fotoğraflarımı çekmis ve senelerce Arnavutköy Kız Kolejindeki arkadaşlarına neşe içinde dağıtmış. (Olgun yaşlarında da o fotoğrafı dağıtmayı sürdürmüş. Hatta ODTU Elektrik bölümünde elinde gezdirip koridorlara serptiği de bilinir.) Ayrılırken de ablamın kafasına çamaşır tokuçuyla vurarak yaralayıp kaçmış. Ilk ziyaretinin bilançosu bu oldu. (keşfedemediğim iksirlemeler hariç elbet) Sonraki ziyaretlerinin farklı olmayacağı aşikar.

Füsun Candaner: Ben o yarı çıplak fotoğrafı çektiğimde orta 3 de okuyan küçük bir kızdım. O yaştaki kızın küçük bir yaramazlığı da affedilir.

Ibrahim Aksoylu: O zaman Arnavutkoy Kiz Koleji 2 sene hazırlık okuttuktan sonra ortaokula başlatırdı. 16 yaşına tekabul eder. Cezai ehliyeti olması için 14 yaş yeterlidir. Bu kız hiç bir ceza almadı.

Olgun yaşında mesela üniversitede okurken (20’li yaşların üzerindeydi, birisinde mesela 23 yaşındaydı), sadece bana aynı yaramazlığını (ona göre öyle imiş, bana göre sucunu) 3 kez tekrarladı. Alışmış kudurmuştan beterdir. Ama bu sefer fotoğraf çekmemis.

[sonradan eklediğim not: Ben 3 kere daha farkedebilmiştim meğer bu bayan bunu sürekli yapmış, empati böyle söylüyor. Hatta gel bak san ne göstereyim diye ortaokul çağlarında küçük bir kızı da götürmüş. Küçük kızın babası da Füsun Hanıma "benim çocuğumu götürme bir daha" diye kızmış.

ODTÜ'de okurken bir gün Füsun Candaner üç beş adım yanımda bana doğru "sımsıkı taş gibi sımsıkı taş gibi" diye seslenmişti. Bunu dedirten insan kimdi, bunu söyleten kural ya da etken neydi merak ediyorum. Bu söz, bayağı bir cinsel "köylü fıkrası"ndan bir alıntıydı ve o fıkra o günlerde benim bulunduğum ortamda anlatılmıştı.

Bu bayan, benim cinsel hayatımla ilgili detayları araştırmayı çok fazla seviyormuş. Yeni bir merak değilmiş. 15 yaşındayken başlayan bu merak, uzun yıllar devam etmiş. Gizli servisçiler böyle şeylere ceza veremiyormuş. Çünkü her şeyi araştırma hakkına sahip sayılabilirmiş. İstediği kadar çıplak fotoğrafımı çekebilirmiş. Buna rağmen hangi yanlışı yaptı da bu şekilde bana teşhir edildi hala tam anlayabilmiş değilim. Gizli Servisin doğrusu ve yanlışını ayıramıyorum.

Ankarada yaşadığım 16 sene boyunca, genel kadınların bulunduğu sokağa, sadece görmek amacıyla bir kez gittim. Bunu da bir kaç gün evvel çevremde konuşmuştum. Füsun Candaner istihbarat vasıtasıyla öğrenmiş olmalı. O meşhur sokağa girdiğimde, 10 adım arkamdan gelen Füsun Candaner'in kendisiydi. Kendisinden utandım ve hemen geri döndüm. Hayretle baktığımda, o utanmıyordu.]

Asıl bu çarpık karakterli bayanın önderi olan Erdin Günçe gibilerinin ahlakını sorgulamalı. Ayrıca bu bayanın daha ağır kabahatlerini ispatlayabilseydim, bir hayli zamanını hapishanede geçirmesi gerekirdi.

Soru: Bu Füsun Candaner’in özel yaşamını ortaya dökmek değil midir?

Cevap: Bu Füsun Candaner’in özel hayatı değil benim özel hayatıma çirkin bir müdaheledir. Eğer MIT ona bu hatası veya suçu için hiçbir ceza vermiyorsa, o da bu hatasını yıllar boyu tekrarlayıp duruyorsa, bu hatasını ortaya dökmek belki ceza almasını sağlamaya yarar. O da kendini düzeltir. Ben bu hatası için MIT veya yargı tarafından ciddi bir ceza görmesinden yanayım.

(uyardılar, yargıdan hiçbir ceza almaz. Elimdeki makinanın düğmesine kazara basmıştım der kurtulur. Öyleyse düzeltiyorum, bu kadına MIT ceza verirse uygun olur)

Yeniden hikayemize donelim.

Köydeki evimize ilk gelişindeki adı “Güssün” idi. Daha sonra “Şöbiyet” “Letafet” "Nezaket" gibi isimler de almış. Her defasında bir öncekinden farklı makyaj ile konuşma biçimi ve tavırlarla olmalı. Sonraki ziyaretlerini ben ya ucu ucuna kaçırdım, ya da tamamen kaçırdım.

1983 yılının son günlerinde ODTÜ Elektrik Bölümünde beni kurtarmaya çalışanlara engel olmaya çalışanlar arasında Füsun Candaner başı çekiyordu. Bunu yapması kendisi için geçerliydi. Füsun Candaner'in, Arzu Koc”un, Bülent Doğruyol'un, Şinasi Önde'nin yakınlarının beni ve ailemi payanda olarak kullanması kendilerine çok uygun gelmiş. Füsun Candaner de Arzu Koc ile arkadaş olunca elbirliği ile beni güç duruma düşürmek, başka insanları iksirleyip akıl hastası yapmak, tüylendirmek, geri zekalılaştırmak, kemiklerini eritip boylarını kısaltmak ve hepsini de benim yakın akrabalarım tarafından yaptırılmış göstermek gibi suçlarda ortak olmuşlar. Benim kurtulmam ile ellerindeki payanda-kalkan'ı kaybedeceklerdi. Durumumu öğrenmemem ve kurtulmamam için ellerinden geleni artlarına koymadılar. Onlara göre sadece onların durumuna uygun olursam kıskaçlarını gevşetebilirlermiş.

Sinasi Önde bu bayanı önceleri aşağılamayı sevmiş. Benim çıplak resmimi gizlice çekip dağıtmasına karşılık olarak Füsun Hanımın çıplak resmini çektirip eline teslim etmek de Şinasi”nin cevabı imiş. Bir çirkinliğe karşı bir çirkinlikle cevap vermek benim ahlakıma uygun olmayacaktı. Benim tepkim Füsun Candanerin yaptığını anlatmak ve şikayet etmek olacaktı. Yıllar sonra olayı öğrendiğim zaman da, bu şekilde tepki gösterdim. Şinasi Önde ve Füsun Candaner tam birbirlerine göre imiş demek zorundayım. Baslangıçta birbirlerini aşağılamaya çalışan bu iki insan, zaman içinde anlayışlarının, dünya görüşlerinin de benzeştiğini anlayıp yollarını birleştirmişler, dava arkadaşı olmuşlar. Hiç şaşırmamak lazım.

Bu bayan beni "takip"e ODTÜ Elektrik Bolümüne daha sonra da Avustralya’ya yollanmış. O yakınımda bulunduğu zaman işlerim çok ters gider, ağır şekilde iksirlenir, evde serilir kalır, hiç bir şey yapamaz duruma düşerim. Bu bayanın Melbourne’un Coburg semtinde yaşadığım 6.5 ay boyunca beni iksirlettiği, “iyice ihtiyarlatmak istediği, külotumu bile iksirlettiğini” anladım. Anlayışı, ustadı Erdin Günçe gibidir. Sonuç alamayacağını çok iyi bildiği halde kurtarma girişimi diyerek göstermelik çıkışları yapar. Mesela bana iksir verdirir, ardından yüzüm vücudum aşırı tüylenmeye başlayınca da arkamdan yaklaşıp “evlenelim” diye fısıldar. Kendisiyle dialog bile kuramadığımı gayet iyi bildiği halde neden böyle yaptığını anlamak için dahi olmaya gerek yok. Bu insanlar beni kurtarmayı hiç istemezken, isterlermiş gibi görünmek, bunu deniyormuş imajı vermek isterler. Bunu yaparken de bir kez daha ağılayıp değersizleştirirler. Sonra da “ne yapalım elimizden geleni yaptık” deyip görüntüyü kurtarırlar. (Samimi olarak kurtarmak istediklerine çok daha kapsamlı ve uygun olanı yapmayı da bilirler, o kadar iyi bilirler ki mesela kurtaracağı adam için iksir verdireceği zaman Ibrahim Aksoylu adına göndertirler, cezayı karşılık olarak Ibrahim Aksoylu öder iksirlenerek.) Işbitirici Füsun Candaner”in, kendi yakınlarından başka bazı arkadaşlarını da benim yanımdan kurtarmayı denemiş olduğu anlaşılıyor. Onlara yönelik iksirlemeyi bize yönelterek, onların hasımlarına göndereceği iksirleri bizim adımıza göndererek onları sakınmayı başarmış. ODTU Elektrikteki Filiz Devlin, Müjde Arabacıoğlu adlarında iki hanımı bu yöntemle kurtarmış. Ve elbette onların dostluğunu kazanmış.

Filiz Devlin, Arzu Koç ve ablaları Füsun Candaner ile de hiçbir yakınlığım sözkonusu değildir. Kimse bizim adımıza iksir göndermeye yetkili değildir. Bunu deneyen insanlardan şikayetçiyim. Filiz Devlin’in bu olaydan haberdar olduğu anlaşılıyor. Füsun Candaner ile beraber Filiz Devlin’den de şikayetçi olmak zorundayım.

Füsun Candaner Avustralya’da işten atılmamı, yok yere iksirlenmemi, ailemi beni çirkin durumlara düşüren yaralayan telefon konuşmaları yaptırmayı sağlamanın yanısıra, kurtarmak isteyen insanların yaklaşmasını da önlemekte oldukca başarılı olmuş. Zaten o Erdin Günçe görgüsüne uygun olmayı ve Erdin Günçe çetesine çalışmayı sevmiş. 1993 94, 95 yıllarında başıma gelenleri ayrıca anlatmaya çalıştım. O günlerde Avustralyadaki olaylarda Füsun Candaner çok önemli rol aldı. Telefonlarımı başka telefonlara yönlendirmede, telefon konuşmalarımda araya girmede, telefonlarımı dinlemede, yakınlarıma abuk sabuk telefon konuşmaları yaptırmada en öndeki insandı. Tiyatroculara film senaryo yazarlarına kaynak hazırlamak için bana, işkencevari hakaretleri tehditleri şantajları, ölüm tehditlerini, tabanca doğrultmalarını, "hasta yatağında bana aşık sizofren kız masalını" anlatmayı ve bunun gibi mizansenleri hayata geçirmekte iki etkili insandan birisiydi. Ferit Ergin ile beraber Erdin Günçe’nin Avustralya şubesi görevini yerine getirdiler. Beni ızdırap içinde ordan oraya sürüklemeyi, küçük düşürmeyi, kedinin fare ile oynadığı gibi oynamayı başardılar.

Füsun Candaner yol arkadaşı Erdin Günce gibi çarpık karakterli birisiydi. Ama bu ikisinin güçleri benimle oynamaya yeterli miydi? Gizli servis içinde onlara bu imkanı sağlayan daha etkili insanlar olmalı. Son üç yıldır bunu anlamaya çalışıyorum. Benim çıkarabildiğim sonuç, bu çetenin Türkiyedeki korumacısının Erkan Gürvit olduğu yolunda.

Füsun Candaner ve yakın akrabaları gizli servis görgüsüne göre ablam Müşerref Evcil, kızları Ayşe Bilge Evcil ve Emine Hilal Evcil adına bilmediğimiz insanlara iksir verdiriyor. Bunu yapabilmek için benim adıma sahte mektuplar yazıyor veya telefon konuşmaları yaptırıyor. Ben ve yakın akrabalarım hiç kimseye böyle bir izin vermedik. Füsun Candaner’in hedef aldığı insanların iksirleri de benim durumdan bihaber ablam ve kızlarına veriliyor. Bu ahlaksızlığa, bu vicdansızlığa Gizli Servis Teftiş Heyetinin bir son verdirmesi, Füsun Candaner ve yandaşları hakkında cezai takibat yaptırmasını bekliyorum. Durumu kavrasalar yakın akrabalarım da şikayetçi olurlardı. Onların daha durumdan haberi bile yok.

Füsun Candaner’den şikayetçiyim.



NOT:Füsun Candaner’in gizlice çıplak fotoğrafımı çekip dağıtması onun özel yaşamı değil benimkine yapılan çirkin bir müdaheledir. Kendisinin özel yaşamını sözkonusu etmedik ve etmek niyetimiz de yok. Bir yanlış anlama olmaması için bu hususu belirtmek zorundayım.

Bugünlerde hedef aldığı insanın yeğenim Emine Hilal Evcil olduğunu anladım. Küçük bir çocuk iken yanına sokulan bu "yılan kadın" küçük yeğenimle yakınlık kurup kendi yerine iksirletmeyi uzun seneler sürdürmeyi bilmiş. Hala da sürdürdüğünü anladım. Yakınları, dostları adına iksir verdireceği zaman Hilal Evcil adına gösteriyor. Yaptıklarını, ben evimde iken yerime birini konuşturarak veya düzmece mektuplar yazdırarak gizli servis kaidelerine uygunlaştırıyor. Karşılığını durumdan bihaber yeğenim alıyor. Yeğenimin hayatını, sağlığını, okuldaki başarısını çok zayıflatıyor. 03.05.2001.

Gün içinde 8:30 18:30 arası dışarda olmazsam, Erdin Günçe ile birlikte yerime birini konuşturarak başıma olmadık işler açmayı sürdürüyor ve benim ve ailemin iksirlenmesine neden oluyor. Bunu çok gec anladım. Illa ki kendi yakınları yerine benim iksirlenmemi sağlamak istiyor. Bu konuda kendisi ve Arzu Koç’un yakınları ile ortak hareket ediyor. Istediğim kadar durumu internet sayfamda açıklayayım, hergün kendi cep telefonuma okuduğum ifademde bu insanlarla yakınlığım olmadığını belirteyim, farketmiyor. Bir iki saat evden geç çıkarsam, yerime birini konuşturup kendileri yerine benim ve ailemin iksirlenmemizi sağlıyorlar. Gizli servisin bu kaçamak görgüsü çok değersiz. Bunun durdurulması gerekir.

Füsun Candaner benim ifadelerimi geçersiz saymak için yaptığı eski defterlerimi çaldırmak veya çöp tenekesinden toplamak sonrada defterlerdeki boş alanlara el yazımı taklit ederek kendi istemlerine uygun notlar yazdırmaktır. El yazımı taklit etmek çok kolaydır. 1993 yılında Füsun Candaner ve Ferit Ergin gibilerinin peşime taktığı ajanlardan kurtulmak için evden eve taşınırken çöpe attığım ders notlarımı toplatmış. Üzerine yazı yazdırıp benim durumumu değersizleştirmek için yapmış bunu. 1999'da sadece bir kaç sayfası dolu olan günlük defterimi otelden çaldırdılar. Bu işin arkasında Füsun Candaner ve Erdin Günçe olduğunu anlayabildim. Amaçları benim kurtulmamı engellemek, ve ailemi kalkan/payanda kullanmayı sürdürmektir. Eski defterlerime elyazımı taklit ederek kendi istemlerine göre notlar yazdırmak gizli servisin çirkin usullerinden bir tanesi.

Benim ahlakıma uygun olan, durumu şikayet etmek ve bildiklerimi, düşüncelerimi internette güncellemektir. Füsun Candaner, Erdin Günçe gibi insanlar çarpık ruhlu , ahlaksız ve sahtekardırlar. Birgün bunları bütün kamuoyunun öğerenceğini ve bu insanların lanetleneceğini ümit ediyorum.



Not:25 ocak 2002

Melbourne'da hangi kütüphanede oyalanırsam daha uygun olur diye keşfetmek için iki gündür Preston kütüphanesinde oyalandım. Bu bölgenin Şinasi Önde'nin yandaşları tarafından kurtarıldığını anlamış oldum. Ayaklarıma hiç iksir gelmedi oralarda. Demek Melbournedaki iksircibaşı Namık'a çok uygun imiş Şinasi'ye göre olmam.

Şinasi'ni kurtaracakları ise Arzu Koç, Füsun Canadaner ve Filiz Devlin adlı üç güzel kalpli bayan. Tabii ki ben payanda yapılarak olacak bu iş. Ceremesi mi? Ben bir parça kurbağa yapılacakmışım. Hasımlarının boylarını kısaltmak için iksir vereceklermiş. Karşılığını elbette ben yiyecekmişim. Olsunmuş o kadar, 1.73 boy fazla bile sayılırmış bana. Şu güzel hanım kızlarımız için biraz daha kısalsam ne olurmuş sanki? Arzu Koç'un boyu 1.75 cm dolaylarında olup bir bayan için çok uzun sayılabilir. Şinasininki ise 1.82 dolaylarında olacaktır. Niye kendi ceplerinden harcamıyorlar acaba?





AYŞEGÜL ERGEÇ



Bu bayanla ne benim ne de yakın akrabalarımın hiçbir yakınlığımız olmadığı halde gizli servisin kaçamak görgüsüne göre bizim yanıbaşımıza gelip kolumuza girip fotoğraf çektirip sonra da bizim adımıza iksir verdirme hakkına sahip olmayı başaran birisiymis.

Fusun Candaner 1973 de gelip hepimizi iksirlemis fotograflarımızı çekip gitmişti. Köydeki görgüye göre kapıyı çalana kapı açılırdı. Bunu öğrenen ailesi 15 yaşlarındaki kızları Ayşegül Ergeç’i 1974 senesinde Burdur’un Erikli Köyüne MIT arabasıyla yollamış. Füsun Candaner gibi ortalığı iksirlemis, bir söyleme göre ocağı, ekmek yaparken kullandığımız senitleri bile iksirlemis. Bizimle beraber fotoğraf çektirmeyi de ihmal etmemiş, hem de “adına iksir göndermeyi istediği” anamın koluna girerek.

Ayşegül Ergeç’in gönderdiği iksirler kime ne yaptı bilmiyorum ama cevabını alan ben ve yakınlarım olduğu zaman hepimiz habersizdik. Ve Ayşegül Ergeç kendi iksirlerini bize yönelttiği için rahat ve çok uzaklardaydı muhakkak.

Bu bayan 1973’den beri benim önüme çıkarılmış. 1973 yılında Ankara’da ODTU’de okurken yurtta rahatsız eden gizli servis görevlilerinden kurtulmak için Nenehatunda eski bir zemin kat apartman dairesini kiralamıştık. 3 gün boyunca bu genç bayan apartmanın önündeki kaldırımda çömelerek beklemişti. Izmirden gelmişti. Izmirde oturuyordu ailesi, kendisi de Izmirde okuyordu. Bana aşık da değildi elbet. Niyeti koluma girip aramızda yakınlık olduğunu fotoğraf ile tesbit ettirip benim adıma iksir verdirme hakkına sahip olmaktı.

Izmirde oturdugu ve okula devam ettigi halde daha sonraki yıllarda bu bayanı ODTU’de kafeteryada bana laf atarken hatırlıyorum. Bir defasında masama oturup, daha kendini tanıtmadan “ben bir asilzadenin kızıyım, sana yardım edeceğim” derken hatırlıyorum. Kendisi benim kolayca dialog kurabileceğim bir karakter olmadığı için konuşmayı denememistim.

Onu gördüğüm her seferinde, daha önce gördüğümü hiç hatırlayamadım. Çünkü hiçbir münasebetim olmamıştı.

Ayşegül Ergeç’i de Füsun Candaner gibi o yıllarda Izmirde gizli servis görevlisi olan Erdin Günçe başımıza bela etmiş. Kimbilir daha kaç tanesini hem de. Bugünlerde hepsi de bu durumun sürüncemede kalmasını sağlamak için güçbirliği yapıyor olmalı. Aldığım işaretler bu yönde.

Ayşegül Ergeç bir tek ödül için ilgilenmis; Kendi adlarına iksir verme yerine ben ve ailem adina iksir verme. Karşılık olarak onların yerine bizim iksirlenmemiz. Böylece bize verilen iksirler çok artmış. Mesela Aysegül Ergeçin ailesi bize başkaları tarafından verilen 15 tane iksirin etkisini azaltmak ya da yoketme karşılığında bizim adımıza 600 defa iksir verdirmiş başkalarına. O başkaları da 600 iksirin aynısını bize verdirince biz hepsini almışız, duruma vakıf olmadığımız korunmayı bilmediğimiz icin. Ama Ayşegül Ergeç'e sorarsanız “biz onları koruduk, onların düşmanlarına iksir verdirdik” diyebilir. Halbuki bize verilen iksirlerin çoğalmasına neden olmuşlar sadece.

Ailemi kalkan ve payanda yapmayı seven insanlara asla güvenemem. O zihniyetteki insanların sayesinde kurtulacağıma hiç inanmıyorum. Tersine o zihniyetli insanlar yüzünden bu sefil durumda yaşamak zorunda bırakılıyorum.

Işin tuhaf yanı, Ayşegul Ergeç’in hipokrat yemini etmiş bir doktor olması. Insanları hastalandırmak icin bilerek zehir verebilen biri nasıl doktor olabilir? Yanıt hemen geldi; O doktor değil ajan çıkmıştır.

Bana gore insan zehirlemeyi normal sayanlar, sokakta serbestce dolasamamalı, güvenli bir yere kilitlenmeli. Ama gizli servis yönetimi öyle düşünmüyor besbelli. O takdirde hiç olmazsa biraz denetlenmeli, pis işlerini bizim gibi gizli servisten habersiz insanların adına ciro etmeleri önlenmeli.

Ayşegül Ergeç 1970'li yıllarda bayan milli jimnastik takımının elemanıydı. 1976 yılının üniversite giriş sınavında Türkiye ikincisi olabilmiştir. İzmir Amerikan Kız Koleji ve Ege Universitesi Tıp Fakultesi mezunu bir hekimdir. Tıp Fakültesinin en değerli hocaları arasında sayılırmış. Ayşegül Hanım hangi nedenle isim değistirmek gereğini duymuş bilmiyorum. Genellikle sivil hayatta makbul bulunmayan bir kusurcuğu olur ve ceza görmemesi için kamufle edilmesi gerektiği için kimliği değiştirilir. Yeni adının ne olduğunu hiç bilmiyorum.

Ağabeyi Süleyman Ergeç Izmir Kolejinde benden üç sınıf küçüktü. Hiçbir yakınlığımız olmadı. Bir iki konusma denememiz sevimsiz bir sekilde sona ermisti.

O belki Füsun Candaner gibi çarpık bir karakter degil. Yine de bilmediğimiz insanlara iksir gönderip ailem adına yapılmış olarak gösteren fırsatçı biri olup çıktı. Ayşegül Ergeç’den sikayetciyim.





NOT: 1994 yılında Ankarada ben ve ailem üzerindeki payanda/kalkan oyunu oynayanları işaret edebilmek icin gizli servisçiler bazı mizansenleri yol ortasında oynadılar. Bunlardan biri de: “senin 6 tane gayrimeşru çocuğun var, ikisi Izmirde, biri Balikesirde, biri Samsunda, biri Antalyada, biri Ankarada” deyip çocukların benzerlerini yol ortasında karşıma çıkardılar. Benim gayrimeşru çocugum filan olması imkansızdı. Kastettikleri şey, beni kalkan payanda olarak kullananların bana verdirdikleri iksirlerin etkisini işaret etmek idi. Izmirdeki gayrı meşru çocuğum erkek olup kısa boylu adaleli, ama geri zekalı ve fazla tüylüydü. Demek ki Ayşegül Ergeç bana “boyumu kısaltan, tüylendiren, zekayı düşüren” iksirleri verdirilmesine neden olmuş. Bir hasmına bu iksirleri verdirmiş ve hasmı da aynısını bana verdirmiş olmalı.

[Buraya bir parantez açıp, Ayşegül Ergeç'in yakınlarının bizi yalnızca payanda-kalkan olarak kullanmadığını, yer yer hedef olarak gördüğünü belirtelim. Mesela biri kendilerine iksir gönderirken benim adıma gösterirse, doğrudan beni iksirletiyor. Halbuki bizim kimseyi iksirletmediğimizi de çok iyi biliyorlar. Bizi kurtarmak gibi iddialarının tamamen safsata oldugu gayet açık.]

Ayşegül Hanımın bizim sağlığımıza, can güvenliğimize hiç bir değer vermediği anlaşılıyor.

Şunu bir daha anlayın ki biz hiçkimseyi zehirlemek niyetinde değiliz. Aileminden yanından çekilin.









Not:Aysegül Ergeç gibilerinin savunması çok ilginç; Bir tek ben değil 400 kişi kadar yaptı bunu.

Cevabımız çok basit. Türkiyede yüzlerce insan cinayet işliyor. Sayı binleri aşıyor ama bu gerçek onların suçsuz olmalarını sağlamıyor. Suçlu sayılıyorlar ve yakalanıp yargılanıp hapse atılıyorlar.

Sayının 400 olması suçun yok sayılmasını sağlamaz. Hangisi olursa olsun Aysegül Ergeç, Şinasi Önde, Erdin Günçe, Füsun Candaner bence Gizli Servis'in görev anlayışı ve yönetim kadrosu değistiği uzak bir gelecekte, belgeli olarak teşhir edilirler. Bugün çok daha elverişsiz koşullarda bile bana dar kapsamda yaptırılıyor.



Not: 1973-74 ders yılıydı. Sebepsiz yere ikidebir gülen, çevremdeki olaylara normal tepkiler veremeyen, kontrol dışı davranışlar gösteren biri olmuştum. Hiçbir şeye de konsantre olamıyordum. Bunlar akıl hastalığı işaretleriydi. O günlerde bu durumum dile getirilmiş olmalı. Okulun tenha bir köşesinde Ayşegül Ergeç önümden dikey olarak geçirildi. Bu gizli servisin işareti imiş. O günlerde bana akıl hastalığı yapan iksirler verilmiş. Ve bunun yaptıran Ayşegül Ergeç imiş. Nasıl kurtardıklarının bir güzel örneği olsa gerek.



Not:18 mart 2002: Ayşegül Ergeç genç 75 yılında Erikli Köyünde evimize geldiğinde yemeklerimizi esvaplarımızı evimızin her yerini(nerde neyiumiz var gelmeden önce iyice dersini çalışmış) iksirlemişti. Bana verdiği iksir cinsel güce doping etkisi yapan iksir idi. Bu "yaramaz" (ona göre ole imiş) bayan bana cinsel doping etkisi yapan iksiri verdikten sonra evin arkasına dolanıp penceredeki aralıktan beni gözetledi. Şahidi ben olduğum için, bizzat kendim gördüğüm için kesin konuşuyorum. Ben farkedince hemen kaçmıştı. Inşallah resim çekmemiştir. Nasıl bir görgüsü olduğunu anlamanızda faydalı olur diye aktarmak gereğini duydum. Şimdi düşünüyorum da, acaba önceden pencerenin kıyısında küçük aralığı kendisi mi hazırladı önceden. Ben kendim özenlice kapatırdım.

Bu küçük olay Ayşegül Ergeç'in özel yaşamı değil benim özel yaşamıma yapılmış çirkin bir müdaheledir. Gizli Servise göre böyle çirkin eylmlerin yaptırımı, mukabele etme hakkını sağlamak olabilirmiş. Böyle bir yaptırım bana zevk vermez, ama utanç verir ve ondan çok bana ceza olur. Onun yerine ortaya dökmeyi tercih ediyorum. Belki kendisini ayıplayan, kınayan olur da yaptığına pişman olur. Bana da gülen bazı çiy insanlar olabilir. O cezayı da ben çekmeye razıyım.

Iksirlerle iyice geri zekalılaştırılan cahil bir köylü kadını olan anamı diline dolayıp küçük düşürmeyi seven birisi idi Ayşegül Ergeç. Okul arkadaşlarından yirmi kadarının iksirini ona savmayı marifet saymış. Bizi kurtarmaya değil küçültmeye ve harcamaya uygun birisi olduğunu ispatlamıştır. Bu yüzden ondan hiç bir şey beklemiyorum.





Melbourne Kosolosluğunda gorevli NAMIK BEY diye biri



Bu adam ben Izmir Kolejinde iken yemekhanenin mutfaginda gorevliydi. Ahci yardimcisi gibi bir seydi galiba. Yemeklerimizi iksirlemekle gorevliydi anliyacaginiz. Koyumuzde (Eriklide) birkac kez gordum, evimizde bile. Bir soylem de, ben kucukken dedeme kisa bir sure coban durmus, tabii ajanligiyla beraber.

Ben ODTU’de iken bu adam ODTU yurt kantinlerinde, kafeteryada, hatta Kayit Kabul de gorev aldi.

Ben Halkbankta calisirken bilgi islemde dolasirken de gordugumu hatirliyorum.

Ben Avustralyada iken Namik Bey yine ensemde.

Ben hep surundum ve Namik Bey pesimden hic ayrilmadi. Erdin Gunce gibi istihbarati ozetleyip rapor diye MIT arsivine birakip sinemacilara, tiyatroculara pazarlamiyor hic olmazsa. O bakimdan bir nebze daha az kotu. Ama benim bu cendereden hic kurtulmamami saglamak isteyenlerdendir. Sikayet mektuplarimi onun eline verirsem Baskonsolosun eline vermez hasiralti eder. Dolayisiyla Baskonsolosun Namik Bey’in isbirlikcisi olmadigi ortaya cikiyor.

Namik Bey bir soyleme gore Burdurda gorevli iken benim pesimden Izmir Kolejine nakledilmis. Yemekhane de gorev almis iksirci olarak. Erdin Gunce tarafindan kesfedilmiş (!). Isbirlikleri senelerce surmus. Erdin Gunce tarafindan kendi cetesine transfer edilmis. Erdin Gunce gariban gorunumlu Namik’a avantur filmlerde figuranlik bulmus, yan gelir olsun diye. Namik Beyin Erdin Gunce’nin yakin adami olmasi ve benim kurtulmamam icin her seyi deneyebilecek birisi olmasi gayet dogal sayilir.

Namik Bey benim bu cendereden kurtulmamam icin calisacaktir. Oyle iyilikci filan degildir. Ilkelerine bakmaksizin guclu saydigi insanlarin pacasina yapisip degerli olmayi marifet sayan bir gorguye sahiptir. Cevresi de hep beni ve yakinlarimi payanda kalkan olarak kullanan insanlarla doludur. Izmir Kolejinde beni yarim tahsil yapabilecek duruma getiren Namik ya da Erdin Gunce degildi. Onlar asalakti. Izmirli iki yasli ajandi beni okuyabilecek duruma getiren. Bu yalanlarini duzeltmek istiyorum Namik ve Erdin Gunce gibilerinin.

Namik Bey benim pesimden ODTU’ye geldiginde beni degil de mesela benim ailem adina ona buna iksir vermeyi akillilik sayan bir Izmir Kolejli okuldasimin iksirlerini duzeltmis, onun gibilere yardimci olmus. Hatta beni iksirleyip harçlığınıçikaran bazı ögrencilere bile yardımcı olmuş.

Erdin Günçe gibi bizi kucultmeyi bizimle alay etmeyi seven biri oldugu anlasiliyor. Niye alay etmesin adam, senelerce kendisine ve karisina iksir verenlere karsilik verecegi zaman, onlara bizim adimiza iksir verdirir ve bunu biz hic anlayamayiz. Hatta bir de gizli servis gorgusune gore haber bile vermis olur, biz onun sifreli sozlerini hic anlamayiz. Iste bu kadar saf insanlara gulmek alay etmek isteyen Namik diye bir zehirlemeci pardon konsolostur.

Namik Beye 1998’de vatandasliktan cikmak uzere dilekce vermistim. Iki hafta icinde cevap gelecekti. Ben vatandasliktan cikip bu beladan kurtulmus olmayi umit ediyordum. Gizli Servis gorevlileri sonraki haftayi bana dar etti. Hic bir otelde barinamadim. Sonucu Canberrada beklemeye karar verdim.

Sonucu yakinda alirim diye beklerken 1.5 ay sonra tekrar telefon ettigimde "2 yil sonra gelir sonuc" diye cevap aldim. Benim kurtulmam demek, kendileri yerine iksir almamam demek olacagi icin Erdin Gunce cetesi benim kurtulus yollarimi bir kez daha tikamisti.

Melbourne’da kurtulamadim ama Sydneydeki Namik’larin sayisi cok daha fazla idi. Bu yuzden Melbourne’i tercih ettim.

Melbourne’da Baskonsolos beni kurtarmak bir yana, konusmuyor bile,. Aldigim isarete gore, benim cevremdeki olaylari yuruten Namik Beymis. Baskonsolos devre disi imis. Gizlin servisin isleri karisik. Keske buraya bir mufettislerini gonderseler de olayi inceleyip durumu duzeltseydi. Lakin Gizli Servisin en tepesindeki insanlar bu isin parcasi olmuslarsa bunu beklemek gecekci olmaz.

Bu sartlar altinda dedemin eski cobani sosyal bilimci Namik Bey’in elinde iksirlene iksirlene surunmek zorunda kaliyorum.

Melbourne Baskonsoloslugundan konsoslos Namik Bey’den sikayetciyim.



Not: 10 Ocak Perşembe günü Melbourne Başkonsolosluğunun bekleme salonuna oturduğumda tezgahın arkası bomboştu. İlk Namık gözüktü kırmızı ceketiyle, ve de katır gülümsemesi taklidi yaparak. Son günlerde yapılan iksirlemeleri defterime yazdığım için ni acaba? Namık Beyin pek temiz biri olmadığını bu olay da işaret ediyor.



DURSUN CANDEMIR




Onu ilk defa Izmir Kolejindeyken gordum. Resmi torenlerde okulumuz gecerken benim hakkimda aleyhte tezahurat yapma gorevini yerine getiriyordu gizli servis hesabina.

Okuldaki kizlar hakkindaki dedikodulari hemsehrisi bulasik agizli bir sinifdasimiza anlatiyor, o da bize aktariyordu. Boyle seylere pek merakli idi.

Lise1 yazi veya Orta 3 yazi olabilir Erikli Koyune geldi. Bu defa koylu kiliginda idi. Bize orakci durdu. Beraber bizim bugdaylari bicecektik (o yillarda ekinleri elimizle bicerdik). Beni iksirleyip calisamayacak duruma dusurdukten sonra ekinlerin yarisini telef ederek bicmeyi basardi. Galiba 2 donumun bicilisine bakip Dursun Bey’in gorevine son verdiler. Koyumuze geldiginde bana "bacanak" diye takiliyordu. Fazla civik bulup "bana sululuk yapma" diye ikaz etmeye calistigimi hatirliyorum.

Dursun Candemir Izmir Kolejinde yemekhanede veya ogrenci tasiyan vasitalarda gorevli idi.(ikisini de yapmis olabilir)

ODTU’ye hangi yil gectigini bilmiyorum. Benim ODTU’de bulundugum yillarin cogunda o da ODTU’deydi. Bana hayri dokundugunu sanmiyorum. Cunku ben ODTU’de devamli cok guc durumlara dusuruldum.

Dursun Candemir’i baska bir cirkin olayda hatirliyorum. 1977 veya 1978 olmaliydi. Oyle iksirlenmisim ki 48 saat odamdan cikamadim.Cok uyusuklasmis ve zayiflamistim. Yere agir agir basiyor elimi kapiya goturup kapiyi acmak bile yorucu bir is gibi geliyordu. Konusacak halim bile yoktu. Yavas yavas yuruyerek yurtlarin solundaki bakimsiz cayirliga dogru gittim. Ben cimenlerin tam ortasindayken 4, 5 kisilik bir gurup insan bana dogru ilerledi. Benden cok daha yapili ve gurbuz olan Dursun Candemir iclerinde en hafif siklet olanlariydi. Digerleri iriyari ve boylu posluydular. Biri bana satasti. Asker kiyafetli olani ona cikisti. (bu da bir mizansendi elbet) Aralarindan Suat Kocyigit (bunun yeri de Avustralya oldu, tesadufe bakin) bana yaklasti. Ve ellerime yapisti, havaya kaldirdi danseder gibi sag sola salladi. Adamdan kurtulmam 1 bucuk dakikayi aldi. Fiziksel karsi durmayi birak adama karsi cikmak icin uygun birkac laf bile bulamayacak durumdaydim. Ters ters bakarak uzaklastim. Adamlar ajandi ve gorevlerini yerine getirmislerdi. Once beni iksirleyip iyice uyusturmuslar cok halsiz birakmislardi, konusamayacak agiz yapamayacak duruma dusurmuslerdi. Sonra da oyun oynuyor saka yapiyor gibi yaklasip komik duruma dusurup asagilamislardi.

Bu adamlar bir kahvede kafeteryada kantinde yaklasip yanibasina otururlar, ayni masada oturdugumuz tesbit edildi mi yakin arkadas oldugumuz tescil edilmis olur, istediklerine benim adima iksir verdirebilirlermis. Bu yuzden ortaokul caglarimda gordugum Dursun hep benim bulundugum sehirlerde yasadi ve arasira yanibasimda bulundu. Benzer ahlaka sahip bir gurup insan simdi Avustralyada. Bu adamlar beni kurtarmak degil askida bekletmek icin buradalar, ve hep bu amacla beni kusatma altinda tuttular. Kurtulursam kalkanlari payandalari ellerinden alinir. Kurtulmamami saglamak zorundalar.

1995 baharinda (ayrica anlattigim gibi) cok guc kosullar altinda iken Dursun Candemir gibileri olaydan para kazanmak derdindeydi. Benim sikayet mektuplarim postada yok edilecek telefon santrallerinde tutulup imha edilecek, yerlerine gizli servisle ilgili sikayeti olan pek cok insanin sikayetleri yazilacakti. Mektup basina 300 ABD dolari almislar. Nuri Gundes’e yakin olan Erdin Gunce Istanbul’dan pek cok dostunun mesela Ermeni cemaatiyle ilgili sikayetlerin yazilmasini saglamis. Epeyce para toplamislar ve degerli sayilmislar. Hic yapilamayan sikayetleri yapmis sayilmislar. Halbuki her mektup icin ben ve yakinlarim iksirlenip durduk. Ben kendi sikayetlerimi goturup elimle teslim edebildim. Onlar da aynisini yapmaliydi. O mektuplarin benim adima yazilmasinin amaci beni kacak ajan olarak gostermekti. Bu konuyu ayri bir baslik altinda anlatmaya calistim.

Benim pesimden Avustralya’ya salkim sacak gelen gzili servis gorevlileri beni hicbir zaman kurtarmak amacinda degildi. Onlar beni daima askida bekletmekten yanaydilar. Duruma vakif olursam kalkan ve payanda olmayi kabul etmeyecektim. Yakinlarimdan benzer durumda istismar edilenleri bilinclendirip kurtaracaktim. Onlar bunu istemiyordu. Onlara payanda ve kalkan lazimdi. Bunu icin beni surekli yakin takip altinda tutmalari cevremdeki kusatmayi surdurmeleri gerkiyordu. Yakin takip icin gerekce bulmak gerekiyorsa uzerime verdikleri ozel gorevlileri agzimdan sakincali bir soz alana kadar ugrasirlardi. Sydneyde bana yaklasan Turkce konusan insanlar arasinda israrla Kurtce konusunda ayrilikci kurtculere gore ifade almaya cabalayan insanlar oldu. Adamin evinde misafir oldugumdan ona sakincali gelmeyecek sozler etmeye calisirdim. Bunlari tezgahlayanin Dursun Candemir ve arkadaslari oldugunu cikardim. Yine de yeterli olmamis ki, Brisbane de beni olumle tehdit edenler "seni PKK’cilar dovebilir veya oldurebilir, onlara ters gelecek seyler soylemissin, onlara uygun birkac soz soyle" dediler. Cetenin anlayisi beni surekli kusatma altinda tutmak icin gerekceleri korkutarak bile olsa elde etmekti. Bugunlerde hergun kurt ayrilikci hareketine hicbir zaman yakinlik duymadigimi katilmadigimi soylemek zorundayim. Yerime konusturduklari insanlar hergun beni guc duruma dusurecek ifade veriyor olmali.

Dursun Candemir benim sakincali sozler ettigimi bunun icin fiziksel degisime ugramam gerektigini soyleyip iksirleyerek boyumu kisaltma isini yapmis. Boyu kisaltan iksirler vucuttan asiri oranda kalsiyum atilmasina yol actigi gibi organ larin da kuculmesine yol aciyormus. Boylece parmak izleri de degismis oluyor ve eski Ibrahim Aksoylu’dan baska bir insan oldugunu kanitlamis oluyormusum.

Siradan insanin ahlaki ilkeler yuzunden yapmaktan sakinacagi bircok seyi onun gibiler isine geliyorsa kolayca yapar, vicdan azabi diye bir sey duymaz. Gizli servis ic catismasinda dengeler degisir, beni oldurme isi gundeme gelirse, parasi yuksekce ise Dursun Candemir ihaleyi almak icin ortaya atilacaktir.

Dursun Candemir’den sikayetciyim.





Not:Dursun Candemir 1996 senesinde Sydneyin Kogarah semtinde oturuken beni cinli ve filipinlilere 1.5 seneye yakin para karsiligi iksirletti. Dislerimi tamir ettirmek icin gittigim doktora para karsiligi dislerimi torpuletti. Yarida kesmeseymisim amaci kaplama yaparak Dursunun benzetmek istedigi baska birinin (galiba Ahmet Dilsizin) dislerine benzeteceklermis. Dis mineleri bir hayli inceldi. Bu telafisi mumkun olmayan yanlisi yaptirmak onun icin cok normalmis.



Not:(17 şubat 2002- Dursun Candemir ve bazı yakınları adam iksirlerken anam adına iksirletiyor. Cevaplari da anama verilince anam ölümle burun buruna geliyor. Daha bir ay kadar önce hastaneye kadırıldi, Dursun ve yakınları yüzünden anam eceleiyle burun buruna.


YILMAZ KARAKOYUNLU



{Ailem hakkinda yapilan istihbaratin yazili ve sozlu basina kaynak olarak kullanilmasi veya kaynak hazirlamada kullanilmasina razi olmadim. Ailemde buna hic kimse razi olmamistir ve olmayacaktir. Bunu yapanlardan sikayetciyim ve yasal haklarimi sonuna kadar savunacagim. Bugune kadar bu ifademin aksine hic bir ifadem olmadi. Bu ifademin aksine ifade verenler sahtekarlik yapiyor, onlardan sikayetciyim. }



Yilmaz Karakoyunlu benim ve yakinlarimin hakkindaki istihbaratin ozetini Erdin Gunce’den satin alan adamdir. Erdin Gunce bu sucu 30 senedir islemekte ve hakkinda hicbir islem yapilmamaktadir. Hickimsenin kendi uzerinin dinleme cihazlariyla dinlenilip yazi masasinda kullanilmasina razi olmayacagi asikardir. Bunu cok iyi bilen gizli servis ust yonetimi bilemedigim bir nedenle Erdin Gunce’ye bu kolayligi gostermekte ayibini ve sucunu gormezlikten gelmektedir.

Yilmaz Karakoyunlu’nun hakkimizdaki istihbarat dosyalarini yazili veya sozlu basin icin kaynak olarak kullanmasi onun yasal hakki olamaz, ve suc sayilmasi gerekir. Cunku gizli servis istihbaratini amaci disinda kullanmak yasaktir. Ustelik Anayasamizda vatandaslarin ozel hayatinin gizliligi devlet tarafindan guvence altina alinmistir. Anlasilan Yilmaz Karakoyunlu’ya bunlar vizgeliyor. O gene bildigini okuyacak hakkimizdaki istihbarati sivayip boyayip roman diye piyasaya cikaracaktir. Gecmiste ayni seyi yapmistir, kendisine bir sey diyen olmamistir. Kendisinin yasalara gore suclu olmasi gerekmektedir. Ama ona suclu diyebilmek her babayigitin harci degildir. Cunku o bir devlet adamidir.

Nuri Gundes’in en isbitirici, en ahlaksiz adamlarindan Erdin Gunce yasal yollardan bunu onleyebilecegimi dusundugunden "buyuk devlet adami(!)" Yilmaz Karakoyunlu’yu en uygun musteri olarak secmistir. Benim hakkimda hicbir dayanagi olmadan 47 yildir yapilan istihbarati ozetleyip Yilmaz Karakoyunlu’ya hediye etmistir. Yilmaz Karakoyunlu’nun da bedelini kendisine en uygun sekilde odeyecegini tahmin etmek zor degil.

Birakin Gizli Servisin yasaklarini, Anayasa’nin ozel hayatin gizliligine iliskin 20.nci maddesini, Basin Ahlak Yasalari kapsaminda bile Yilmaz karakoyunlu sucludur. Basin mensuplarindan bu konuda ilgi bekliyorum.

Olayi tersyuz edelim. Eger Yilmaz Karakoyunlu dogdugu gunden beri izleniyor olsaydi ve baska biri mesela ben, o istihbarati veya (ozlu kisimlarini) elde edip kaynak olarak kullanip roman yazsaydim kendisi nasil tepki verirdi acaba? Cok agir bir tepki gostereceginden eminim.

Kendinize yapilmasini istemediginiz seyi baskasina yapmayin Yilmaz Bey. Bu en temel ahlak ilkesini unutmusa benzersiniz. Bir zahmet hatirlayiverin ve bu konudaki kararinizi gozden gecirin.

Ben Yilmaz Karakoyunlu’nun tavrini duzeltip ailem hakkindaki istihbarati kullanmayacagina, MIT’teki arsive iade edecegine pek fazla ihtimal vermiyorum. O bu ahlaksizligi bilerek yapmaya karar vermis biri olacaktir. Muhtemelen istihbarat ozetini sivayip boyadiktan sonra bunun neresi onlarin hayatiymis, benim kendi havsalamdan urettigim eserimdir diye ahkam kesecektir. (Bu konuya detayli cevap Erdin Gunce sayfalarinda ayrintili olarak vardir.)

Basin mensuplarindan ve ANAVATAN Partisi yoneticilerinden MIT istihbaratini kaynak alarak insanlarin ozel hayatlarini romanlastirma girisiminden dolayi Yilmaz Karakoyunlu’yu uyarmalarini hatta kinamalarini bekliyorum. Kendisi gecmiste de ayni sucu islemis ama takip edip yargilatma girisiminde bulunacak insan olmamis galiba.





Yilmaz Karakoyunlu ile ruyamda sohbet etsem nasil olurdu acaba.



I.Aksoylu:Ailem hakkimdaki istihbarat masanizda ne ariyor Yilmaz Bey?

Y.Karakoyunlu:Nuri Beyin arkadaslari verdi.

I.Aksoylu:Siz de aldiniz.

Y.Karakoyunlu:Hayir o verdi.

I.Aksoylu:Siz de almasaydiniz. Size veren gizli servis gorevlisi hakkinda suc duyurusunda bulunsaydiniz.

Y,Karakoyunlu:Canim o verdi iste.

I.Aksoylu:Peki kizmayin. Hakkimizdaki istihbarati niye yazi masasinda kullaniyorsunuz Yilmaz Bey?

Y.Karakoyunlu:Onu cok degerli bir roman yapacagim, guzel degil mi?

I.Aksoylu:Cok hevesliyseniz kendinizinkini yapin Yilmaz Bey. Benimki bana kalsin.

Y.Karakoyunlu: Kim nereden bilecek senin hayatin oldugunu?

I.Aksoylu: Ben sizin uzerinizi senelerce gece gunduz dinlesem ve yazmaya kalksam ne dusunurdunuz?

Nuri Gundes: Senin canina okurum. O bir devlet adami. Haddini bil.

Y.Karakoyunlu:Buna hakkin yok.

I.Aksoylu:Sizin de hakkiniz yok.

Y.Karakoyunlu:Bunlar benim hakkimda istihbarattir diyen herkese inanayim mi. Benim yazi masamin uzerindeki makalelelri karistirip da yazabilirim bunlara bakip da yazabilirim.

I.Aksoylu:Bir zahmet durumu inceleyin, onlar benim hakkimdaki MIT istihbaratindan ozetlenmistir. Elektronik yontemlerle dinlenilerek elde edilmistir.

Nuri Gundes:Onlari sen Erdin Bey’in agabeyi Ergin gunce’ye esi Gulseren Gunce’ye, oglu Dadal Gunce’ye anlatmadin mi? Erdin onlardan dinlemisse yasal hakki sayilir.

I.Aksoylu:Bu masala kendiniz de inanmiyorsunuz. Ben Ergin Gunce ailesi yaninda kendi yakinlarim hakkinda "babam aksi ve toleranssiz bir insandir" anlaminda bes veya alti cumleden fazla konusmadim. Gerek de olmadi. Kendileri bunlari bizim uzerimizden elektronik istihbarat yontemleriyle elde ettiler.

Yasalara da aykiri yaptiginiz, temel ahlak ilkelerine de. Ailemin ozel yasamini bu sekilde elde etmeye kimsenin hakki yok.

Y.Karakoyunlu:Ben buyuk yazarim, bana bu ayricalik taninir.

I.Aksoylu:Yasalarda hickimseye bu ayricalik taninmamis.

Y.Karakoyunlu:Bana itiraz eden yok gizli servisten.

I.Aksoylu:Sizden cekiniyorlar herhalde. Devlet adamlari istedigi gizli servis gorevlisini surgune gonderebilir, isten attirabilir. Mustesari bile sizin gibiler kuliste kararlastirmiyor mu.

Y.Karakoyunlu:Benim mustesarim Nuri Gundes. O benim buyuk yazar oldugumu bildigi icin boyle seyleri bana bulur.

I.Aksoylu:Buyuk yazar filan degilsiniz. Buyuk yazar Yasar Kemal gibi, Orhan Pamuk gibi olur, kendi gozlemleri ve havsalasina dayanarak yazar. Sizin gibi gizli servis arsivlerinden baskalarininkini alip yazmaya kalkmaz.

Y.Karakoyunlu:Ben almadim, Nuri Gundes’in arkadaslari getirdi. Elime gecen kaynak nasil masama geldi sormam, alir kullanirim.

I.Aksoylu:Sizden daha yuksek makamda birisi icin de ayni seyi yapar miydiniz? Bulent Ecevit, Mesut Yilmaz gibileri icin.

Nuri Gundes:Onlarin adini nasil agzina aliyorsun. Sen kiiim onlar kiiim. Kendini onlarla bir mi tutuyorsun.

I.Aksoylu:Herkes kendinden kucugunu bulup uzrini dinleyip yazabilir mi demeye calisiyorsunuz. Yasalara gore temel haklarimiz esit.

Y.Karakoyunlu:Mahkemeye git yasal hakkin icin. Benim masamdakiler benim yazar hakkim.

I.Aksoylu:Sizinle mahkemelerde yarismak zor. Ama elinizdeki dokumanlarin gizli servis istihbaratindan alinmis oldugunu bilenler var. Ben yasalar onunde hakkimi sonuna kadar arayacagim. Sizin suclu oldugunuz ortaya cikacaktir.

Y.Karakoyunlu:Muzikal yazmak suc mu.

I.Aksoylu:Kaynak olarak kullandiginiz seyleri almak yasal hakkiniz degil. Onlar benim kafamda yasadigim, kurdugum, olgunlastirdigim, anlattigim hikaye ise evet. Sarkilari benden gasbedilmisse, ozlu sozdizimleri siirleri benden gasbedilmisse, benden izinsiz eklemeler yapilmissa, benim agzimdan anlattigim olaylar kumeleri 1 saatlik bir piyes olabilecek kadar agirliktaysa, daha pek cok olayda yorumlarim analizlerim kopyalanmissa, olayin tamami benim cevremdeki olaylar ise ve en onemlisi gizli servisin imkanlariyla elde edilmis ise suc tabii. Yazmayi seviyorsaniz, tamgun insanlari gozleyin, ama istihbaratci imkanlarini ve yetkilerini kullanmadan yapin bu isi. Insanlarla icice olun, gozlemleyin, yazacak cok sey bulursunuz.

Y.Karakoyunlu:Bunlarin icinde guzel agitlar var. Sevdim. Bu dosyalarin icindekilerin yarisini kendime ayiriyorum.

I.Aksoylu:Durust bir insan gibi davranin ve o dosyalarin icinden hic bir seyi kullanmayi ve unutmayi deneyin. Onlar istihbarat yontemleri ile derlenmistir.

Erdin Gunce:O siirleri sarki sozlerini biz guzellestirdik, eklemeler yaptik, artik senin degil onlar, bizim oldu. Yilmaz Beye verdik.

I.Aksoylu:Sen ne hakla dokunuyorsun benim siirime, sarkima. Eksik veya tamam sana ne. Yerine koy onlari. Munir Nurettinin sarkilarina eklemeler yapmaya kalksana bakalim ne oluyor.

Erdin Gunce:Sen onlari atmissin cope, biz kullandik.

I.Aksoylu:Nerden cikariyorsun attigimi.

Erdin Gunce:Bunca yildir niye kullanmadin o zaman.

I.Aksoylu:Istedigim zaman kullanirim. Senin gibiler basima corap orerse, senelerce hicbir sey yazamayacak duruma duserim. Git bakalim, sairlerin, yazarlarin henuz yazmadiklari tamamlamadiklari bitirmedikleri ne varsa topla sahiplen, ne diyecekler. Yazarlik ya da sairlik yapacaksan adam gibi kendi yaraticiligina, kendi gozlem gucune, havsalana guven, baskalarininkine el koyma.

Y.Karakoyunlu:Su Orhan Pamuk’u Avrupalilar dunya gencligini etkileyecek isimler arasinda sayiyorlar. Bunu duydum mu cok kiziyorum. Bu muzikali bir yazayim, bakarsin Orhan Pamuk’u gecerim.

I.Aksoylu:Orhan Pamuk’u gecmek icin kendi havsalaniza ve kendi gozlem gucunuze guvenin. Istihbarat kaynaklarini kullanarak piyes yazanlar yakin zamanda Turkiyede de ayiplanir. Uygar ulkelerde sizin yaptiginiz skandal sayilirdi. Mecliste bile epey hakarete ugrardiniz.

Erdin Gunce o ozetleri evimizi uzerimizi senelerce dinleyerek hatta radyo-telepati/empati gibi elektronik istihbarat yontemlerini kullanarak hazirladi. Bu ozetleri hazirlamasi gerekmiyordu gizli servis icin. Bu ozetleri kendi yan cebi icin hazirladi. Sirf sizin gibi birine satip para kazanabilmek icin yapti. Daha once 15 kadar yazara sattigi bolumler var. Bu olay Turk aydinlari arasinda duyulursa buyuk cogunluk sizi ayiplaycaktir. Siz de bu ayibin parcasi olmayin.

Erdin Gunce daha iyi para veren birine satacakken, dava acarim diye sizi tercih etti. Devlet adami oldugunuz icin sizinle mahkemelerde yarismak zor ama mumkun. Basiretli davranin suc ortagi olmayin.

Daha 14 yasinda iken kendi ozyasamimi kitaplastiracagimi soylemistim. Erdin Gunce o yillarda beni takip ediyordu. Daha o yaslarda benim besteledigim sarkilar plak yapilmisti. Bugune kadar 500’den fazla benim besteledigim sarki piyasaya surulmustur. 70’li 80’li yillarda bazi ozel sohbetlerim MIT arşivlerine rapor olarak yerleştirilmiş. Oradan da müşterileri alıp tiyatro oyunlarinin parcalari yapilmis, yani Erdin Gunce tarafindan tiyatroculara pazarlanmis.

1980’li yillarda tek kisilik oyun tasarladigimi soylemistim. Sadece ozel sohbetlerimden derlenerek tek kisilik bir oyun cikar. Acgozlu hirsiz Erdin Gunce cetesi bunlari kacirip tiyatroculara satmis. Hatta bir de tiyatroculardan siparis almis; "Bu cocugun yanindan boyle seyler bulursan bana getir" diye.

1983 yilinda, param oldugu zaman "Amarcord" gibi bir film yapmak istedigimi soylemistim. Tek kisilik bir oyun, bir lirik ani/roman kitabı, ve bir amarcord tipi müzikal film, bunlar kafamda tasarladigim seylerdi. Erdin Gunce bunu iyi bildigi icin bendekileri olabildigince kendine ayirmak (yani calmak) istedi. Olaylari tek tek ele alip, bu bir tek senin basindan mi gecti, bu lafi sakayi bir tek sen mi yaptin, filan yerde filan sahis bunlari anlatmisti diye sahte gerekceler uydurarak hikayenin can alici bolumlerini gasbetmek istemistir. Yargi yoluyla çözmek çok zorlaştırilmış durumda çünkü empatiyi ispatlamak imkansiz sayılır. MIT, empati ile alınanlar konusunda nasıl bir yorum yapar tam bilemiyorum. Ama bati ulkelerinde jurinin yorumu benden yana olurdu, bundan eminim. Yasal hakkimi sonuna kadar arayacagimi anlayinca elindeki ozetleri Yilmaz Karakoyunlu’ya hediye edip benden gasbetmeyi denemeye calismaktadir. Yilmaz Karakoyunlu’nun yasal acidan avantajli oldugunu dusunuyor olmali.

Ama bir Başka gerçek unutuluyor, Yılmaz Karakoyunlu hakkımdaki istihbarat raporlarını amacı dışında kullanırken, bunları yasal yoldan elde etmemiştir. Yani el altından güçlü bir ajan tarafında kendisine gönderilmiştir. Yılmaz Karakoyunlu ve o ajanın yaptıkları MIT görev ve yetkilerine ait yönetmeliklere göre yasak kapsamındadır.

Her ne olursa olsun, Erdin gunce ve cetesinin bu sucu defalarca isledikleri, eninde sonunda ortaya cikacaktir. O zaman bu sucu ortbas edenler, bu suca istirak edenler kamuoyu onunde teshir olunacak, mahcup edilecek, hatta cezalandirilacaktir. Bu konuyu gizli servislerde bilen cok insan bulunacaktir. Toplumun her kesiminde bu cirkinligi onaylamayan insanlar, uygun bulanlara gore buyuk cogunluk olacaktir.

Kimse kendine bunun yapilmasini istemez. Bizi, buyuk cogunluk anlayacaktir. Yasal hakkimizi sonuna kadar savunacagim.





NOT:Bu konuda gorus belirtenlere gore yazin dunyasinda bu tur hirsizliklari yakalamak zormus. Calmasi icin kelime kelime cumle cumle almasi gerekmiyormus. Koklamasi yeterli imis, anatema’yi can alici cikislarini, esprisini almasi bie cok onemli bir kazanc olurmus. Bir başka deyimle, yaptığını gizleyebilmek için cümle cümle, kelime kelime değil, meyvenin kendini değil, meyveyi sıkıp suyunu alırlarmış. Başka bir deyimle de, ince kıvrımlı kısımlarını alırlarmış. Kendi çorbasının içine atıp güzelce karıştırıp kendilerine malederlermiş.

Gizli Servis takip elemanlarina, elektronik dinleme gorevlilerine yazi dünyasina malzeme kaynak toplamasinin onune gecebilmek icin kaidelerini duzeltmeli ve gelistirmeli. Sozgelimi Erdin Gunce Fusun Candaner gibileri hic kitap yayinlamamislar. Ama yayinlayan ikinci sinif yazarlara kaynak hazirlayip satmanin yolunu kolayca bulmuslar. Istihbarat raporu diye kendi agzimla bir tek insana anlattigim anilarimi derleyip arsive koymuslar. Alici yazar’in(veya o yazarin adami, gizli servis gorevlileri olmalari icabediyor) o rapora ulasmasi icin hakkimda bir arastirma acmasi zor degilmis.

Yasal yoldan hak iddia etmenin onunu almak icin de uc kisiden fazlasina anlatmani saglamalari gerekiyormus. Bunu saglamak icin bana adam yollayip konusturmayi saglamak, telepati/empati ile konusmani telkin etmek, ailem hakkinda abuk sabuk konusup tepki verdirmeye calismak (o sirada edebilecegin gelisiguzel sozler arasinda onlara uygun olanlar olabilir) gibi yontemleri denediler.

Gizli servis gorevlileri bu kadar basibos olmamali. Takip elemenlarinin, dinleme ile gorevli elemanlarin hic bir sekilde yazi ici kaynak hazirlamalarinin onu alinmali. Bu Gizli serviste en buyuk ticaret imis.

Yilmaz Karakoyunlu gibilerine belki de nufuz karsiligi parasiz hediye edilebilir ama bazi yazarlara para karsiligi satildiklari gizli servisin icinde gayet iyi biliniyor olmali. Bu yollarla kazanilan paralarin adi “kumkapi fonlari” imis. Kumkapi meyhaneleri muptelasi bazi yazarlar iyi para ödüyormuş Erdin Günçe gibilerine.


ŞARKILARIM



Değinmek istediğim başka bir konu da ortaokul, lise, üniversite yıllarımda yazdığım şarkı sözleri ve bestelediğim şarkılardır. Şarkılarımın sayısı beşyüzden fazladır. Şarkıları piyasaya çıkaranların nasıl elegeçirdiklerini de anlayamadım. Bestelerim için benden henüz izin alınmamıştır.





HER KIM ILGILENIRSE,




Yedi yıl once, 1995 senesinde yıllardır ben ve yakın akrabalarımın sistemli olarak iksirlendiğimizi (zehirlendiğimizi), işimizi, aşımızı, sağlığımızı, herşeyimizi en çirkin durumlara düşüren gizli servis görevlileri olduğunu çıkardım. Yedi senedir resmi makamlara yaptığım şikayet başvurularından hiçbir sonuç alamadım. Yedi yıldır ökseye yakalanmış kuş gibi çırpınıp duruyorum.

Yakın akrabalarımın hepsi hedef yapılmış durumda. Çalışanımızın işi, okuyanımızın okuldaki başarısı değerli olamıyor. Başarısız, değersiz olmamız için elinden geleni ardina koymayan bazi gizli servis gorevlileri var. Kundaktaki cocuklarimiz, yatalak hasta ihtiyarlarimiz bile iksirleniyor.

Daha yeni dogmus bebege iksir verdirmenin devlete, gizli servis gorevlilerine ne faydasi olabilir? Omrunun son yillarini agrilar icinde geciren yatalak hasta ihtiyarlarimizin cektileri sancilari bir kat artirmak uzere iksirlemenin kime ne faydasi olabilir? Kendisine eziyet eden ajanlari teshis edemesin diye yakinlarima kor edecek iksirleri verdirmenin devletin gizli servisi tarafindan yapilmasi kadar vahsi ne olabilir?

Iksirlenme yuzunden hepimizin ciddi saglik sorunlari var. Gecmiste iksirlene iksirlene sefil bir hayat yasayip olume yollanan yakinlarimiz var. Simdi de beni ve anami oldurmeye calisiyorlar. Böylece çirkin eylemlerinin ortbas edilmesini sağlamak istiyorlar. Yaptiklarinin izlerini yok etmek zorunda hisseden canilerin elinde her an oldurulebiliriz. Anami olume cok yaklastirdilar.

Anam cahil bir koylu kadinidir. Geri zekali yapilali 38 sene kadar oluyor. 3 yasindaki çocuk kadar zekasi vardir. Agir kolit hastasi ve yarim yatalak durumdadir. Onu bu haliyle bile duzenli olarak iksirlerler. Iksirlenip yeniden bagirsaklari kanamaya baslar, hastanede kan verilerek olumden dondurulur. Gizli Servis gorevlilerinden anamin, vaktinin cok az oldugu, her an olebilecegi mesajini aliyorum. Kendisinin zekasi iksirlenerek coktan elinden alindi. Simdi de gozleri kor ediliyor. Bagirsaklari ve karacigeri cok agir yaralidir. Iksirlenme durudurulmazsa her an olebilir.

Kendisinin zekasi iksirlenerek coktan elinden alindi. Simdi de gozleri kor ediliyor. Bagirsaklari ve karacigeri cok agir yaralidir. Ona bu acilari yasatmanin MIT’e ne faydasi var? Kime hangi kotulugu yapabilir?

Cahil anamin hayati Burdur’un 4 koyunde gecti. Gizli servisi degil, istihbarati teroru degil, hatta okumayi yazmayi bile degil, inek sagmayi, orak bicmeyi, harman kaldirmayi bilir. Hayati 10 donum kadar tarlada calismakla, evinin asini pisirip, camasirini yikamakla gecmistir. Devletin gizli servisini 48 sene ilgilendiren asıl neden birçok gizli servis görevlisinin kirli işlerini onun üzerine yıkmak istemesidir.

Anama, babama, kardeslerime, yakin akrabalarima yapilanlari bilen insanlar bagirmak isterler. Senelerce, taa Ankaradan, Izmirden, Aydindan "gorev" alip onlari agilamak, hastalandirmak, zulum etmek icin gizli servis gorevlileri yola cikarildi, vazifelerini yaparak doduler hep.

Kendime yapilan iksirlenmenin nedenini sorup duruyorum. Duydugum her soylentiye cevap veriyorum her gun kendi telefonuma biraktigim mesajlarda. Anamin babamin bu sansi bile yok. Kendileri gizli servis nedir onu bile bilmez. Anam seneler evvel geri zekali yapilmistir. Bu yuzden cezai ehliyeti bile olamaz. Ona vurmak koturum ve aciz birine vurmaktir.

Babam eli ayagi iyi kotu tutsa bile, kalbi ozellikle de akli dengesi zayiflatilmis durumda. Iksirlenerek sinir hastasi yapilmistir.

Bana gelince, surekli ayagima iksir verilir. Evimin icinde disinda bastigim yerlere ilac serpilir. Bu yuzden kemiklerim zayiflar, bacaklarim yavas yavas kisalir. Surekli iksirleme sonucu eklemlerim, bagirsaklarim, idrar yollarindan ciddi rahatsizliklarim var. Dolayisiyla sagligim oldukca zayiflatilmistir. Son aylarda kalbimi ve beynimi hedef aliyorlar. Gizli Servis gorevlilerinden vaktimin cok az oldugu ve agir hastaliklara yakalanabilecegim mesajini aliyorum.

Yaklasik 5 sene 6 aydır çalısamaz durumdayim. Biriktirdigim paralarla idare ettim bugune kadar. Avustralya hükümetinin işsizlere verdiği yardımla geçinmeye çalışıyorum. Çalisamazsam tedavi olacak param bile olamayacaktir. Bu eylemler surdukce de is bulmam imkansiz sayilir. Her yerde adim Turk ajanlarinin takibindeki "kacak Turk ajan" ina cikmis durumda. Beni ise almak isteyen bir isyeri olsa, bazi gizli servis gorevlileri tarafindan engellenir. Girebilsem bile bana ve beni ise alan insanlarin basina olmadik bela acilir.

Bu eylemler durdurulursa calisabilir hale gelir, hem kendimin hem de agir hasta anamin tedavisini yaptirabilirim. Simdi hepimiz yavas yavas olduruluyoruz.

Anamin iksirlenmesinin gerekcesi olarak, soyagacinda bir gayri-muslim oldugu soylentisi duydum. Inanamadim. Bir insan soyu sopu yuzunden nasil cezalandirilir. Anamin anasi, babasi hep muslumandir ve Turkce’den baska dil bilmezlerdi. Kendilerini herkes Turk olarak bilirdi. Anam Turkiyede dogmus buyumus, Turkceden baska dil bilmez namazinda niyazinda bir insandir. Bu ulkenin kulturunden cahil bir koylu kadinidir. Soyu sopu yuzunden iksirlenmesi cinayet olur. (Gizli Servisin 120 yillik kaidelerine gore soyagacinda 3 nesil icinde gari muslim adi tasiyan var ise o insan yakin takibe alinabilirmis. Gayrimuslim ulkelerin lisanindan 4 cumle konustugunu duyan bir gizli servis gorevlisi sizi yakin takibe alma hakkina sahip olabilirmis. Ellerindeki kaidelere gore kilifina kolayca uydurup istedikleri insani yakin takip altina alirlarmis.Yakin takibe alinani da iksirlemek icin ellerinde cok uygun kaideler var. Igne yuzunden ayri iplik yuzunden ayri iksirler verilebilirmis, bicak, kibrit, saat yuzunden akil hastasi yapabilme haklari bile var)

Su anda bana, ve yakin akrabalarima verilen ceza "agilana agilana hastalandirma ve oldurulme" cezasidir. Bu cezayi verenler, isnat ettikleri sucu soylemekle yukumlu olmalidir.

Bize yapilanlarin gerekcesini bilmiyoruz. Gizli Servis bize yaptiklarinin gerekcesini soylemek zorunda degilmis. Bana gore suclamalarini kendi imal ettikleri sahte mektuplara dayandirabilirler. Montaj konusma bantlari, montaj fotograflar, duzmece mektuplar one surebilirler. Ciddi bir arastirma bunlarin dayanaksiz suclamalar oldugunu ortaya cikaracaktir.

Sahte kanitlar uretmek ve bizi guc duruma dusurmek icin onlarca "benim ve yakinlarimin benzeri" ozel gorevli gorevlendirilmis. Turkiye’nin cesitli yerlerinde ve taa Avustralya’da bile cok cirkin eylemler yapmislar. Bu eylemler icin 12 yil boyunca 3 milyon dolar para odendigi soyleniyor. Elde edilen yarali bir Ibrahim Aksoylu, agir yarali anasi, yarali yakinlari.

Yalniz ailem degil dedemin soyundan herkes 4 nesildir zehirlene zehirlene yasamak zorunda kalmis. Agilama sonucu pek cogu geri zekali, akil hastasi veya fiziksel ozurlu olmaya mahkum edilmis. Omurlerinin suresi kisaltildigi gibi yasayabildikleri hayat da cok degersiz, izdirapli ve cileli olmus.

Bugun benim 60 den fazla yazili, defalarca sozlu sikayetimi isleme koymayip olayin suruncemede kalmasini saglamak isteyenler, hicbir sucu olmayan bizleri agilaya agilaya oldurmek pahasina kendi ayiplarini suclarini ortbas etmek isteyenlerdir. Cunku kendi elleri cok kirlidir. Biz ise sadece mazlum ve sucsuzuz. Bize yapilan bir zulumdur.

Ben ve ailem bu gizli servis iç çatışmasına hic bir zaman taraf olmadık. Hatta benim dışımda daha ailemde hiçkimse duruma vakıf bile olamadı. (aile sözcüğü ile anam, babam ve onların çocukları ve torunlarını, yani anam-babamın tüm ardıllarını kastediyorum) Hiç habersiz, payanda, kalkan ve hedef tahtası durumuna düşürülen ailem bu çirkin gizli servis iç çatışmasında en ağır yaraları almıştır.

Bize bu zulmu yasatanlar aynisinin kendilerine yapildigini iddia ediyor olabilirler. O kotulukleri biz yaptirmadik, yapilmasina da razi olmadik. Bizim adimiza kendilerine kotuluk yapildigini iddia edenler durumu resmi makamlara havale etsinler, hicbir sekilde sorumlulari savunmayacagiz.

Gizli Servis yetkilileri ve devlet adamları insiyatif koyup bu çirkin kavgayi durdurmalıdır. Bu kavgayi sürdürmek isteyenleri de kontrol altında tutmak için empati gibi yeterli imkanları vardır. Aksi takdirde bu kan davasını sürdürenler bir yandan birbirlerini telef ederken bir yandan da bu çirkin kavgadan haberi bile olmayan bizim gibi insanları heder etmeyi sürdürürler.

Bu mektubumu T.B.M.M. üyelerinin ellerine dogrudan ulasmasini saglayabilirseniz isleme konulmasi mumkun olabilir. Memurlara verilen evrak gizli eller tarafindan yok edilecek veya sumenalti edilecektir.





Ibrahim Aksoylu


Melbourne-AVUSTRALYA

Adres: Yakin takip altinda oldugumdan yerimi Gizli Servis saniyesi saniyesine söyleyebilir. Her mesai günü konsolosluga giderek bir görevliye durumumu ihbar ediyorum. Bana verilecek cevaplar konsoloslukta iletilebilir.

Buraya yazdigim takdirde evimi cok daha agir sekilde iksirliyorlar.


Not: Beni bulmak isteyenler bu günlerde RMIT kütüphanesinde bulabilir. Her gun bir kaç saat orada otururum. Lacivert bir lejyoner sapkasi ve siyah sirt cantaliyim. Basima puskurttukleri iskirlerin etkisini azaltmak icin lejyoner sapkasi giyerim. Sirt cantamda da sabunum, bilgisayarim, kurtarabildigim sikayet dilekcelerim, ve gizli serviscilerden korumak istedigim bazi ufak tefek esyam bulunur. Bu halimle beni ekzantrik bulanlar olabilir. Ne yazik ki evde birakirsam dis fircama, sabunuma, tras makinama kadar iksirliyorlar.

1

Hiç yorum yok: