29 Eylül 2010 Çarşamba

"MEHMET EYMUR TUM AILEMI IKSIRLEDI!"




MEHMET EYMUR-"EMPATI"-ELEKTROMANYETIK SALDIRI


“Yedi yıl önce, 1995 senesinde çevremde MİT eylemleri olduğunu farkettim. Yavaş yavaş olayları kavradım. 1997 yılında iksirlendiğimi (zehirlendiğimi) farkettim. Geçmiş yıllardaki olayları gözden geçirince yalnız ben değil tüm yakın akrabalarımın yıllardır gizli servis görevlileri tarafından sistemli olarak iksirlendiğimizi (zehirlendiğimizi), işimizin, aşımızın, sağlığımızın, her şeyimizin en çirkin durumlara düşürüldüğünü çıkardım.

Türkiye Cumhuriyeti resmi makamlarına 60’dan fazla şikayet dilekçesi verdim. Sonuç alamadım. En yüksek MİT yöneticileri, şikayetlerimin hasıraltı edilmesini sağladı. MİT müsteşarı Şenkal Atasagun, Operasyonla ilgili Daire Başkanı Emre Taner, İstihbarat Daire Başkanı Mikdat Alpay, Erkan Gürvit, Mehmet Eymür bizzat bu 87 senelik eylemlerin içinde 35 senedir yer aldılar. Çocukluğumda ve gençliğimde kendileri bizim ev dahil okulumda, Burdur'da, Ankara'da İzmir'de değişik zamanlarda çevremde bulduğum insanlar oldu.

1999 Nisan ayında Başbakanlığa verdiğim dilekçelerden sonra MİT üst düzey görevlilerden MEHMET EYMÜR’ün ABD’den korunma istediğini gazeteler yazdı.

Mehmet Eymür’ün benim çevremde dönen olaylarla ne ilgisi olabilirdi. O günden bu yana hafızamı tarayıp ilgili olabilecek herşeyi hatırlamaya çalıştım. İşte bulabildiklerim.

Bu hadise 87 yıllık bir zulümdür.

Bu hadisenin başlangıcı taa birinci dünya savaşına dayanıyor. Dedem iki kardeşi gibi askere alınır ve 9.5 yıl askerlik yapar. Bu iddiamın doğruluğu askeri kaynaklardan arşivlerden araştırılabilir.

Dedem birinci dünya savaşına topçu er olarak katılır. Çanakkale savaşında bir ara “ileri gözetleyicilik” görevi verilir. Sağır dilsiz çoban rolü yapması öğretilir ve bir koyun sürüsünün başında düşman mevzilerini gözetlemesi vazifesi verilir. Bu görev sırasında başarılı bulunup bir miktar para ödülü ile taltif edilir.

Birinci dünya savaşı sonunda İstanbul'daki kışlalarda işgal güçleri bazı Türk askerlerini götürüp işkence ederler, kurşuna dizerler. Bazı tarihçiler Taksim parkında bir noktada Türk askerlerinin sökülmüş tırnaklarından oluşmuş küçük tırnak yığınlarından bahseder. İşgal güçlerince aranan Türk askerlerini işaret eden, bulmakta yardımcı olan Osmanlı zabitleri Karakol hafiyeleri de vardır. Bazı İşbirlikçi Karakol ajanlarına ve zabitlerine suçüstü yaptırma görevi verilenler arasında dedem de vardır.

Kurtuluş savaşı arifesinde, dedem Balıkesir-Bursa yöresindeki Kuvayi Milliyecilere katılır. Celal Bayar emrindeki düzensiz birliklerde düşmanla çete savaşlarında çarpışır. Akbaş cephaneliğinin basılıp cephaneliğin Ankara'daki milli kuvvetlere kaçırılmasında görev alır. İstiklal savaşına katılır. Savaş bitince terhis olur ve köyüne dönüp çobanlık ve rençperlik yapar.

Olayın sürüncemede kalmasını sağlayan insanlar dedemi ajan gösterip karşı tarafa misillemede bulunan ajanlar olmuş. İki grup ajanın çirkin mücadelesi Burdur’un bir dağ köyündeki çobanlık yapan dedemin sırtına yıkılmış.

Dedem ve yakınları olayın gerçek yüzüne hiç bir zaman vakıf olamamışlar. Dedem ve ninem bütün bildiklerini “aptallardan korkun, onlar eve, ambara, çamaşıra tuz atar” gibi sözlerle dile getirirlerdi. Tuz dedikleri zararlı kimyasal maddeler, iksirler olmalıydı. Çingene kılığındaki gizli servis görevlileri dedemin evine girip tahılını, ununu, sütünü, peynirini, her mahsulünü, çamaşırından çuluna kilimine kadar iksirler, arada sırada koyunlarını telef eder veya çalarlarmış. Dedem iksirleme yüzünden 35'inde çalışamaz duruma düşmüş. Karısının tarlada çalışması, oğullarının çobanlığı ile geçinmeye çalışmış. Hiçbir zaman bellerini doğrultamamışlar ve oldukça fakir bir hayat sürmüşler. Dedemin çocukları ve torunları daha analarının karnındayken iksirlenmeye başlanmışlar. Ömür boyu iksirlenmeye mahkum edilmişler. Dedemi kalkan ve payanda olarak kullanan gizli servis subayları cahil bir köylüye ve bütün sülalesine kendi çirkin mücadelelerinin ceremesini çektirmişler.

9.5 yıl cephelerde ülkesi için savaşan dedem, devletin ajanları tarafından zehirlenip akıl hastası yapılarak en büyük vefasızlığa uğramış. Dedemin sülalesi 3 nesildir zehirlene zehirlene yaşamak zorunda bırakılmış. İksirleme sonucu pek çoğu geri zekalı, akıl hastası veya fiziksel özürlü olmaya mahkum edilmiş. Ömürlerinin süresi kısaltıldığı gibi yaşayabildikleri hayat da çok değersiz, ıstıraplı ve çileli olmuş.

Bugün benim 60 dan fazla yazılı, defalarca sözlü şikayetimi işleme koymayıp olayın sürüncemede kalmasını sağlamak isteyenler her iki gurubu da korumak isteyenlerdir. Çünkü her iki gurubun da elleri çok kirlidir. Biz ise sadece mazlum ve suçsuzuz. Bize yapılan 87 senelik bir zulümdür.

Ben 30 Ekim 1954 tarihinde Burdurun Erikli köyünde doğmuşum. O yıllarda, 3 yaşına doğru çok mutlu anılarım olduğunu, 3 yaşından sonra herşeyin tadının kaçtığını anımsıyorum. Dedemle birlikte oturduğumuz bir yer sofrasında iksirli yemekten ben bir tadım alıp vazgeçmiştim. Dedem yemek yemeyi vazife gibi gördüğünden tabağını sonuna kadar yemişti. Bir de kadınlara söylenmişti ne biçim yemek bu diye. O yemek dedemi akıl hastası yapacak yemek imiş. Dedem 1958 yılından sonra akıl hastası yapıldığı zamanlarda evimizin neşesi iyice kaçmıştı.

Bir kalkan elden giderse yenisini bulmak kolaydı. Ölüme yollanan cahil çobanın kendi adını verdirdiği ve “benim yerimi alacak” diye pek sevdiği küçük torunu İbrahim’i kalkan olarak gözlerine kestirdiler. Adların aynı olması “hangisi mezardaydı hangisi sağdı” gibi gizli servisin çok denediği yalanlara da ortam hazırlıyordu. Böylece benim veliaht “kalkan payanda” veya “kurban” olarak seçilmem uygun bulundu.

Bu konuda fikir verebilecek bir olayı hatırlayabildim. Bu iki ajandan bir tanesi, bir kaç sene sonra köye gelmişti. Köy meydanında eliyle çenemden tutup “toklu gibi maşallah bu oğlan” diye alay etmesinden adamın beni “kurbanlık” olarak gördüğü anlaşılıyor.

Ajanların “kitabına uydurma” sanatına uygun olarak bana camide “sen ajan oluyorsun, çavuşsun” demişlerdi ve yanağımı acıtıp ağlamamı sağlayınca da “hah işte aaaaa dediğine göre evet demiş sayılır” deyip ajanlığı kabul ettiğimi tespit etmişlerdi.

Çocukluğumun bundan sonrası ajanlar tarafından zehir edilmiş sayılır. Sünnetimde ilaçlarımın yok edilmesi sonucu 4 ay kanamalı idrar yapmak zorunda kalışım ajanların işi olmalıdır. İlkokul üçte iken bir tarafın ağır hastalandırdığı zaman 4 gün ayağa bile kalkamayan kulakları bile duymayan ben, Burdur'dan yollanan bir ciple gelen birinin (bir gizli servis görevlisi olduğunu çok sonra çıkardım) getirdiği bir ilaçla iyileştim. Ama bir kulağım tamamen sağır kaldı ve uzun bir süre sendeleyerek yürümek ve dengemi zorlanarak kurmak durumunda kaldım.

Pantolonumun bir bölgesine bilinçli olarak sürülen bir ilaç köpeklerin iştahını kabartmak için yapılmış. İlaçlı pantolonla köyde dolaşırken, bir haylaz köpek hiç hırlamadan pantolonun tam ilaçlı bölgesine dişlerini geçiriverdi. Hala o dişlerin izlerini taşırım. Biraz daha düzgün giyseymişim köpek tam genital bölgeyi dişleyecekti. Gizli servis çocukları hadım etmek için böyle yöntemleri bile kullanmayı seviyor demek. Bugünlerde kısırlaştırmak için yiyeceklerime ilaç koyduruyorlar.

1965 senesinde parasız yatılı olarak İzmir Kolejinde okumaya başlayınca aileme yönelik iksirlemelerde büyük bir artış başlamış. Köyde gözden ırakta daha az iksirlenen ben, İzmir'de profesyonel iksircilerin eline düşünce ağır şekilde iksirlenmişim. Hazırlık sınıfında iken bir ara iyice iksirlenip kulağımı (bir tanesi tamamen sağırdır) güçlükle duyabilir hale getirmişlerdi.

Orta ikide bir defasında, en şiddetlisini yaptılar ve yürürken dengemi zor sağlar duruma getirildim. O günlerde bir hocanın, beni gösterip “şu çocuk yürürken sanki ayağının altından halı çekiliyor” dediğini iyi hatırlıyorum.

Orta birde sınıfın irilerinden iken orta ikide birinci sömestr sonu sınıfın beşinci en küçük çocuğu oldum. Çünkü boyumu 6.5 santim küçültmüşlerdi. Galiba o sene İzmir'e tayin olan Ethem Cangörü bütün gücüyle beni ağılamaya başlamıştı.

Gizli Servis kuralına göre beni hedefleyen gizli servis görevlisi, benimle yakın ilişki kuran herkesi dolayısıyla bütün öğrencileri iksirleme hakkına sahipti. Ethem Cangörü çetesi bu kuralı işleterek okul yemekhanesinde benimle teması olan herkesin masasındaki karavanaları ağılamaya başlayınca okul yönetimi beni okuldan ayırmayı görüşmüş. Buna karşılık Mehmet Eymür çetesi isteyen herkesin ajan İbrahim Aksoylu adına iksir gönderebileceğini söyleyince bu çözüm kabul edilmiş.

Bedava ağı verdirme izni bazılarına cazip gelmiş. “Kendi ailemi de başka tehlikelerden de sakınmış olurum” deyip bu fırsatın üstüne atlayıp alabildiğine istismar edenler olmuş. Kimi de “yerine göre kullanmam mubah sayılır aynı okulda okudu diye çocuğum ağılanmasın” diyerek duruma daha makul yaklaşmayı bilmiş. Bu hediye sayesinde Ethem Cangörü karşısında Mehmet Eymür ün destekçisi olmayı seçmişler. Böylece Mehmet Eymür hikayenin çok azını bilen bu insanları müttefik olarak kazanmayı başarmış.

Ethem Cangörü hapishaneden çıkmaması gereken bir cani ve çok kötü bir insan olsa bile bu olayda Mehmet Eymür iyi niyetli değildi. İyi niyetli olsa o aileyi ayırırdı. Yargı veya teftiş yeterli olamıyorsa, devlet adamlarına durumu götürür ayırırdı, son çare bu çocuğun amcasını veya babasını gizli servise alıp yine de kurtarabilirdi. Yaptığı iş olayı kendi işine yarayacak hale dönüştürmek ve bu ailenin bu cendereden kurtulmamasını ve kalkan/payanda olarak bekletilmesini sağlamaktı. İnanıyorum ki, işin aslını bilselerdi çoğu İzmir Kolejli böyle düşünecekti.

O durumda beni iyi kötü öğrencilik yapabilecek hale getiren İzmirli iki ajan olmuş. Bu çirkin görgü içinde o iki ajana müteşekkir olmam gerekirken, asıl sorumlu olan Mehmet Eymür çetesinin sorumlularının durumu hakkında birkaç yorum yapmak gereğini duyuyorum.

Mehmet Eymür’ün verdiği “İbrahim Aksoylu adına atış serbest” hediyesine ajanlar sadece İzmir değil İstanbul’dan, Ankara'dan, Samsundan koşa koşa gelmişler. Bunlardan en zararlısı çarpık karakterli “Erdin Günçe” olmuş. Erdin Günçe sadist ve çarpık anlayışı yüzünden beni ve yakınlarımı hiç bir nedeni yokken bol bol yere çalmış, küçük düşürmüş ve en kötüsü de ailem hakkında yapılan "sözde istihbarat"ın roman piyes film senaryosu ve her türlü yazı için, görsel basın için kaynak hazırlamakta kullanması olmuş.

Ethem Cangörü çetesinin ve Erdin Günçe çetesinin (buna Erkan Gürvit çetesinin uzantısı demek uygun) iddialarını ve cevaplarımızı "Hakkımızdaki istihbaratın eserlere kaynak yapılması hakkında Şikayetlerim ve Görüşlerim" başlığı altında bu sayfada bulabilirsiniz.

Ben ise İzmir Kolejindeki sonraki yıllarımda gitgide daha çelimsizleştim, daha halsiz mecalsiz bir çocuk oldum. Sürekli ağılandığım için dişlerim bile çocuk dişleri olarak kaldı. Kemiklerim yeterince gelişemedi ve ince kaldı. Yüzüm hala çocuk yüzü sayılabilir. Bedenim 14, 15 yaşlarında bir çocuğun bedeni yani gelişmesi tamamlanmamış bir insan bedeni sayılabilir. Gizli servisçilerin ağılamaları yüzünden fiziksel büyümemi tamamlayamadım. Bugün, 47 yaşımdayım. Aynaya baktığımda, “ihtiyarlatılmış bir çocuk görünümünde” olduğumu söyleyenlere hak veriyorum.

Boyumu kısaltan iksirler daha çok bacakları kısalttığı için bacaklarım gövdeme oranla gittikçe daha kısa kaldı ve orantısız bir vücudum oldu. 1970 baharında lise 1'de boyum 1.80 cm.ye dayanmışken, lise boyunca 7 santim kısaltıldı. Ve ben lise ikide uzayacak yerde kısaldım, boyum 1.77 ye düştü. Lise sonda da 1.76 ya düşürüldüm. Herkes uzarken ben birkaç cm uzuyor ve sonra yeniden kısaltılıyordum. 1.76 cm.lik boy, yerime oynaması uygun bulunan Süleyman Şaşa’nın boyu imiş. Benim boyumun kırpılarak Süleyman Şaşanın boyuna indirilmesini isteyenler "çingene MİT görevlileri" imiş. Hemen hatırlatayım; Gizli servisçiler bizi payanda/kalkan olarak kullananlara, yani bizi ajan varsayıp kendi hasımlarına iksir verdirip, bunu bizim adımıza verilmiş gibi gösterenlere “çingene” diyor. Niye mi çingene? Çünkü kendi sağlığı yerine benimkinden harcıyor. Benim bedenimi, karaciğerimi, böbreğimi, kalbimi, bağırsaklarımı, beynimi çürütüyor.

Benim boyumu kırparak Süleyman Şaşanın boyuna denkleştirenler, böylece benim yerime onu geçirerek istedikleri söylemleri onun ağzından söyletebilmişler. Niye Süleyman Şaşa’yı uzatmayı seçmemişler de beni kısaltmışlar onu sormak isterdim. Zira ben ona benzemek istemedim. Bana benzemek isteyen o imiş. Hayatım boyunca gizli servis görevlileri tarafından 29 cm boyum kısaltılmış, ve 16 cm uzatılmış, arada bir kaybettirdikleri boyu büyüme hormonu vererek kazandırmayı denemişler. Bu yüzden çok geniş bir göğüs kafesim olmuş. Ancak büyüme hormonu iç organları yaşlandıracağından yaşam kapasitemin bir hayli azaltıldığını öğrenmiş durumdayım.

İzmir Kolejinin yatakhanesinde yatağım en çok da yastığım iksirlenirdi. Bu iksirler insanı sersemletir yüzünü sarartır, ertesi günü derslerde doğru dürüst dersleri bile takip edemez, sınıfdaşlarıma tepki bile veremeyecek kadar yarı-baygın duruma düşerdim. Yastıklara konulan iksirlerin en kötüsü, kafatası kemiklerini yavaş yavaş yumulmasına eğilmesine yol açan iksir imiş. Bunu en çok orta ikide denediler. Kafamın alın kısmı öne kayıktır, arkası iyice düzleştirilmiştir. Gizli Servisçilerin söylemine göre yüzü cepheden bana benzeyen insanlar çıksa bile yandan bana benzeyen çıkması çok zordur. Zira kafası benim kadar öne eğik insanlar, gizli servisin “hiçbir zaman kurtarmamaya karar verdiği” insanlar olurlarmış. Benim ve ablamın yastıklarına yatılı okullarda bu iksir çok fazla verildiğinden alınlarımız öne kayıktır, kafalarımızın arkası düzleştirilmiştir.

Mesela HalkBank Bilgi İşlem merkezinde şube otomasyonu projesinde çalıştığım zamanlarda, Ethem Cangörü çetesinin müdahalesi ile komünikasyon cihazının arızalı olarak verilmesi sağlanmış. Çünkü Komünikasyon yazılımlarını kurmakla ben görevliydim. Öyleyse işimde başarılı olmamam sağlanmalıydı. Devletin bankasına 3 ay vakit kaybettiren bir yanlış bile olsa, bunu yapmak Ethem Cangörü'nün hakkıydı.

İzmir Kolejindeki son yılımda 1971-72 ders yılında okul yönetimindeki değişiklik yüzünden beni okuldan ayırmak isteyenler çoğalmış. Bana özellikle sataşan birkaç öğrenciyi hatırlıyorum. Bazıları yakınlarımın gizli servis görevlilerince çekilmiş çıplak resimlerini bile ellerinde dolaştırabildi. Bu öğrencilerin yakınları beni ve bazı yakınlarımı kalkan ve payanda olarak kullanma hakkına sahip olmuşlar Mehmet Eymür'ün izniyle.

1972 yazında üniversite sınavı için bir gün önce geldiğim İzmir'de kalacak otel bulamadım. En kötü otel bile okuldaşlarımdan birini merdiven altına bir yatak serip kabul edebiliyor ama beni kabul etmiyordu.

1972 de başladığım ODTÜ yıllarım ise çok daha zor koşullar altında geçti. Hep barınacak huzurlu bir yer aradım durdum. Resmen 29 yurt odası,(gayrı resmi 33 yurt odası), 4 ev, iki otel değiştirmek zorunda kaldım. Dar gelirli bir ilkokul öğretmeni olan babamın mali imkanlarını çok zorladım okuyabilmek için.

ODTÜ’de beni sürekli rahatsız eden gizli servis görevlileri üzerime verilirdi. Bazı “öğrenci gizli servis görevlileri” de harçlıklarını çıkarmayı seviyorlardı beni iksirleyerek. Yarı baygın geçti çoğu günlerim. Bir sınıftan çıkar şimdi nereye gidecektim, ne yapacaktım diye dakikalarca düşünürdüm bazen. Çünkü hafızamı iyice zayıflatan iksirleri kafeteryada, kantinlerde sürekli veriyorlardı. Bazen iyice uyuşuk yapan, bazen günlerce uykusuz bırakan, halsiz takatsiz bırakan, veya algılamayı konuşmayı iyice yavaşlatan, veya aşırı öfkelendiren, veya aşırı tedirgin yapan, veya durmadan eklemleri kolları bacakları oynatma gereğini duymama sebep olan, bazen efemine bir görünüm almama sebep olan (hormonlarla oynayarak), titreyerek konuşmama neden olan, bağırsak sancısı veren ve daha türlü türlü sağlığımı, sinir sistemimi, beynimi, psikolojik dengemi alt üst eden iksirlemeler sürekli yapıldı durdu.

Amerikan ITT firması birçok ODTÜ Elektrik mezununu alıyordu. Beni de kabul ettiler. Firma yetkilisi 1982 yılının Ekim ayı için pasaportunuzu hazırlayın denmişti. Sonbahara kadar iyi kötü idare ettim. Sonbaharda öbür çocuklar gitti bana hayır dediler. Gizli servis benim Amerika'ya gitmemi uygun bulmamıştı. Neden kabul edilmediğimi o günlerde hiç anlayamadım.

Bir işe girdiğim zaman en fazla 3 ay içinde beni özel olarak iksirlemek için biri yakınıma verilir, masamı, çekmecemi, çayımı, hatta bazen esvaplarımı bile iksirlerdi. Eğer onun “çıkış”larını alamazsam bana hakaret dahil, taciz edici davranışlara sıra gelirdi. Bir zaman sonra hiç neden yokken meslektaşlarım benden uzak durmaya başlardı. Herkes benim etrafımdaki tehlikenin kokusunu almış olurdu. Bir hasbıhal ettiler diye ağılanacaklarsa niye bana yakın dursunlar, doğrusunu yapmışlar demek zorundayım. Bu yüzden hiçbir işte düzgün bir performansım, sağlıklı çevre ilişkilerim olamadı.

Bir işte bir süre çalışınca, rahatsız eden gizli servis görevlileri yüzünden iyice tadım kaçar, kendime yeni bir iş aramaya başlardım. Güçlükle bulduğum işlerde benimle uğraşan gizli servis görevlileri yüzünden çok güç durumlara düşürülürdüm. Bir kaç yıl içinde şöhretim işyerlerinde yayıldı. Türkiye'de iş bulma şansımın tükendiği kanısındaydım. Sonunda 1988 Haziranında Avustralya’ya göçtüm.

Benim arkamdan birkaç hafta içinde bazı gizli servis görevlileri Avustralya'ya “yakın takip” görevlerini yapmaya geldiler. Avustralya'da ilk işimde meslektaşlarım bir haftada durumumu öğrendiler ve dehşete kapılanlar bile olduğunu sonradan öğrendim.

Avustralya'da bile daima işyerimde beni iksirleyecek Avustralyalı insanları ayarladılar. Her işimde bir süre sonra çevre ilişkilerimi bozup, güç duruma düşürmeyi bildiler.

Avustralya'da ilk işyerimde iyi kötü anlaştığım mesai arkadaşım birden tavrını değiştirdi, bana ağzını bozmaya başladı. Müdürle konuşup benim derhal işten atılma kararımın alınmasını sağladı. Daha ben nedenini bile bilmiyordum. Meğer benim sesimle kendisine ve galiba müdüre hakaretler edilmişti. Bereket, durumu öğrenen karşı gurup ben işyerimde iken telefonda benim sesimle mesai arkadaşımla ve müdürle konuşup durumu anlamalarını sağlamış. (benim sesimi taklit edebilen bir hayli ajanları mevcut)

Bana yapılan bazı uygulamalar gizli servis görevlilerine yapılabilen şeylermiş. Mesela ben 1999 yılında MİT’in Yenimahalle kampusu kapısı önünde kapıdaki görevliye derdimi anlatırken 6 dakika içinde 4 kişi kapıya çıkarıldı ve önümde sağ ellerinde cep telefonlarıyla gözleri bende poz verdiler. Bu 4 kişi beni otobüslerde iksirleyen insanlardı. 1999 yılında Sydney Konsolosluğunda 2 görevli bahçede gözleri bana yönelik 16 dişlerini göstererek katır kişnemesi taklidi yaptırıldılar. Bunlar beni Sydney'de iksirleten insanlarmış.

9-11-1992 tarihinde Melbourne’de "Telecom Australia"da analist/programcı olarak çalışmaya başladım. Bir süre sonra hem çalıştığım işyerinde hem de kaldığım pansiyonda rahatsız edilmeye başlandım. Kurtuluşu hem çalıştığım yeri hem de kaldığım pansiyonu değiştirerek bulacağımı sandım. Yeni işyerim NAB’ye 9-2-1993’te başladım. Bir gün akşamüzeri alacakaranlıkta eve dönerken oturduğum apartmanın bahçe kapısının önünde bir tanesi eli tabancalı olmak üzere birkaç tane adam gölgesi gördüm. Adamlardan bir tanesi Türkçe olarak “hah geliyor, işte yaklaşsın da vuralım” dedi. Hızımı değiştirmeden hemen önümdeki apartmanın garaj kapısına saptım. Görüntü alanlarından çıkınca koşar adım apartmana girdim. Dehşete kapılmıştım. Sakinleştikten sonra ne yapacağıma karar vermeye çalıştım. Adamların kim olduklarını çıkaramamıştım. Polise gitsem sonuç alamayacağımı biliyordum. Bunu daha önce denemiş ve inandıramamıştım. 92 yılında, Polise, Sydney'in Hazelbrook semtinde evimin arka bahçesinde tüfekle bana nişan alındığını şikayet etmiştim. Polise isim de verdiğim halde sonuç alamamıştım. Aynı olayı birkaç Türk asıllı Avustralyalıya anlatmaya çalıştığımda kimse inanmak istememişti. Bu olayı anlattığımda da inandıramayacaktım.

Brisbane’da bir gün eve gitmek için bindiğim otobüste tam arkamdaki koltuğa iki garip kıyafetli şahıs oturdu. Bunlardan biri Erkan Gürvit'in yakın akrabası Coşkun Ayazoğlu modeline çok uygun idi. Diğeri de Coşkun'un yakın arkadaşı Bülent Doğruyol modeline uygun idi. Ben inince onlar da indiler. Evime doğru yürürken takip ettiler. Evimin bulunduğu sokağın girişinde, 10 metre kadar arkamda Bülent Doğruyol benzeri olanı, Türkçe olarak “kimse yok işte vuralım” dedi. Öbürü “bırak ya, bu adam bize birşey yapamaz” dedi. Arkama baktığımda Bülent Doğruyol benzeri adamın yere çökmüş ve elindeki tabancayla bana nişan almış olduğunu gördüm. Koşar adım evime sığındım. Yolda yolaktaki sataşmalar palavra değildi demek. Panik içinde polise şikayet ettim. Polisler söylediklerimi pek inandırıcı bulmadılar ve somut kanıtlar olmadan vakitlerini harcamamamı istediler. Aksi takdirde sarfettikleri zamanın karşılığı olan parayı benden tahsil edeceklerini söylediler. Yalancı muamelesi görmüştüm. Büyük bir hayal kırıklığına uğramıştım.

Sydney ve Melbourne’dan sonra Brisbane’da da aynı sataşmalar öldürme tehditleri sürüyordu. Türklerin çok az olduğu şehirlere gitsem bile durum değişmiyordu. Polisi inandıramıyor hatta yalancı muamelesi görüyordum.

Yolda yolakta sataşanlar arasında Melbourne’da bana sataşanlardan 2 tanesi, Sydney'den de 1 tanesini çıkarabildim. Ayrıca Bülent Doğruyol kılığına girmiş birisi de vardı (o zamanlar sahicisi olduğunu sanıyordum). “Sydneyde iken PKK’cılar hakkında olumsuz sözler sarfetmişsin, sana çok kızmışlar, adamların şakaları yok, onlar için birkaç uygun laf söyle de duysunlar, yoksa seni dövebilirler hatta vurabilirler bile” mealinde uyarılar yaptılar. Genellikle karşı kaldırımdan ya da 5, 6 metre uzaktan konuşuyorlardı. “Bir de PKK’cılar mı çıktı başıma” diye iyice telaşlandım. PKK’cılara uygun birkaç söz sarfettim. Amacım PKK’cıların kötülüğünden sakınmaktı. PKK’cılara hiçbir zaman sempati duymadım ve katılmam da mümkün değil. Avustralya’da da hiç PKK’cı tanımadım.

Bir gün Brisbane'de Polis karakoluna gidip kendimi korumak için silah ruhsatı istedim. Sadece evimde bulundurma için ruhsat verilebileceğini, bunun için de gerekçemin uygun bulunması gerektiğini söylediler. Gerekçemi anlattığımda uygun bulunmadı, ama öldürülebileceğimi, peşimdeki adamların bir kaç kez silah bile çıkardıklarını anlatıp yalvarınca verilebileceği söylendi. İstedikleri evrakları hazırlayıp tekrar gittiğimde her nedense veremeyeceklerini söylediler. Demek Polis, peşimdekiler tarafından kandırılmıştı. Bir rivayete göre “eski bir mahkumdur, eski bir ajandır, çok tehlikelidir, adam öldürebilir, silah izni vermeyin” denilmişti. Bunların doğru olmadığını çevremde duyurmaya çalıştım. Ama kimse bana sormuyor, duydukları hakkında çekimser kalmayı yeğliyordu. Polis dahil kimse benim derdimi anlamıyordu.

Bir gün gece yarısı odamın penceresinde kısa boylu bir adam gölgesi belirdi, içeriye bir süre baktı. Ölümün çok yakın olduğunu hissettim, ama hislerimi dondurabildim. Korkuyla çığlık atarak, yalvararak ölmektense, sessiz kısa bir ölüm diledim. Sonraki günlerde, o gece o adamın pencerede bana tabanca doğrulttuğu söylendi.

Gizli Servis görevlileri benimle kedinin ile fare ile oynadığı gibi oynuyorlardı. Bu görevlilerden bir kısmı kötü adamı oynarken, 2, 3 tanesi de iyi adam rolünü oynayıp bana “tuzak tavsiyeler”de bulunuyordu. Mesela “ASALA yanlısı Ermenilere sığın, ben Ermeni asıllıyım ve onlara yakınım, durumunu anlattım, seni kurtaracaklar” diyen biri çıkabiliyordu. Başka biri de “PKK’ya sığın, Kuzey Irak’a kaç, orda PKK’cılar seni bu adamlardan kurtarır, ben Kürdüm, PKK’lılar durumunu biliyor, sana sahip çıkacaklar” diyebiliyordu. “Sydney’in Blacktown semtinde eski devrimciler var, onlara sığın, onların birkaçı bunların on beşini kaçırtır” diyen biri bile oldu. “CIA’ya gir kurtul”, “Türkiye’ye git gizli servis ajanı ol kurtul” denildiğini bile hatırlıyorum.

Çok sonra bu "tuzak tavsiyeler"in gerçek mahiyetini daha iyi anladım. 1950'li yıllarda Türk istihbarat örgütünün elemanlarının maaşlarını bile Amerikalılar verirdi. Menderesin yakın adamı Ahmet Salih Korur”un anılarında bu konuda ilginç olaylar anlatılır. Amerikalılara çalışmak konusunda Mazhar Eymür”un bir istisna teşkil edeceğini sanmıyorum. Beni CIA”ya kaçırtmak isteyenler muhtemelen Mehmet Eymür'cüler idi. Belki de Amerika'da korumaya aldırmaktı niyetleri. Elbette “kaçak Türk ajanı” olarak. Bunu sağlayabilecek Amerikalılar Mehmet Eymür”ün baba dostları arasında bulunacaktı herhalde. Ben ve ailemin iksirlenmesine neden olan Ermeni kökenli ajanlar ASALA'cılara kaçırtmak, PKK konusunda çalışan ajanlar PKK”ya kaçırtmak istemiş olmalılar. Beni kurtarmak değildi amaçları, kendilerini kurtarmaktı. Süleyman Demirel”in koruma müdürü Hayrettin Gökdemir'in arkadaşları İbrahim Aksoylu diye birisinin ajan olmadığını, bazı sahtekarların kirli işlerini onun adına gösterdiklerini keşfetmişti.

Bir süre sonra hepsi kayboldu. İnsanlar benden uzak duruyordu. Tecrit olmuştum. Hiç tanımadığım birisi, yolda Türkçe olarak “sana burada hayat yok, Türkiye’ye git” diye bağırdı. 20 Aralık 1993’te Türkiye’ye gitmek için alelacele Singapur uçağına bindim. Singapur'da, İstanbul'a bileti 2 gün sonrasına bulabildim. Türkiye’ye geldiğimde zihnim iyice yavaşlamıştı ve çok yorgundum. Yolda bile iksirlemişlerdi. Singapur'da kaldığım otelde getirilen kahvaltı bile iksirliydi.

Ankara’da beni sekiz senedir görmediğim en son 15 yaşında gördüğüm, (sekiz senedir ailemden hiç kimseyle görüşmemiştim ) yeğenim karşıladı. Birkaç gün sonra gerçek yeğenimi görünce ilkinin gizli servis görevlisi olduğunu anladım. Yeğenime makyajla benzemeye çalışan gizli servis görevlisi genç bayan yeğenime göre daha koyu renk tenli ve saçlıydı. Dişleri de daha farklıcaydı. Yeğenim yerine oynayan gizli servis görevlisi lokantada beni iyice iksirletmişti. Gerçek yeğenim bu hikayeye hiç inanmadığı gibi benim hayal gördüğümü söylüyordu. Burdur’daki ailemin yanına geldiğimde, kendilerine benim sesimle abuk sabuk telefonlar edildiğinden, hepsinin de bende bir akıl hastalığı olabileceğine inandıklarını çıkardım. Ben ise kendimden emindim. Ailemi rahatlatmak için bir genel check-up yaptırmakta mahzur görmedim. Avustralya’da üzerime birkaç defa silah doğrultulmuştu. Ölümle burun buruna olduğumu sandığım o şartlarda bile soğukkanlılığımı koruyabilmiştim. Bende paranoid şizofreni olmadığından emindim. Gölbaşındaki Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri kliniğinde benimle 1 dakika mülakat yapan 2 doktor kenara çekilip kendi aralarında alçak sesle “bir şeyi yok ama MİT onun hastaneye kapatılmasını istiyor” diye konuştular. O sırada içeriye Zeki adında bir doktor girdi ve diğer 2 doktor ayrıldı. Doktor Zeki benimle 2 dakika konuştuktan sonra yatırmaya karar verdi. Çok şaşırmıştım. Anlattıklarım hayal mahsulü değildi. Bütün ısrarlarıma rağmen beni akıl hastanesinde 5 hafta iksirletmek için kapatan bu doktor ve suç ortağı gizli servis görevlilerinden şikayetçiyim.

Sanırım, akıl hastanesinden, devreye giren iyi niyetli gizli servis görevlileri sayesinde kurtuldum. Hastanede beş hafta “tutuklu” kaldıktan sonra babamın yanında ikibuçuk ay tutukluluk başladı. Benim akıl hastası olduğumu söylüyor, aksini söyleyince, yeniden akıl hastanesine yatırmaktan bahsediyordu.

Bu tarihten 1995 yılının başlarına kadar “gizli servis görevlileri” olduğunu sandığım şahıslar tarafından mütemadiyen taciz edildim ve iksirlendim.

Gizli servis görevlisi olduğunu sandığım şahıslar bana “CIA’ya girersem beni öldürmek isteyenlerden kurtulacağımı aksi takdirde öldürüleceğimi veya kaçırılacağımı hatta tecavüz edileceğimi” söylediler.

Yolda yolakta ajanların görgüsüne göre davranan bazı görevliler de beni politika için düşündüklerini, Tansu Çiller’in yerine DYP genel başkanı yapmak istediklerini söylediler. Önceleri aklım başımdaydı. “Politika düşünseydim önce delege olabilmek için çalışır, sonra yavaş yavaş encümen üyesi, milletvekili adaylığını düşünürdüm, ama liderlik çok özel bir iş, bana göre değil” dedim. Şakaya ciddi karşılık vermiştim. Bir ara şaka ile karışık “ ne yapayım ben başbakanlığı, yolda sakız çiğneyemezsin, ıslık çalamazsın, projektörler üzerinde olur” diye cevap verdim.

Maalesef bir süre sonra iksirle beynimi iyice zayıflatıp, empati ile beynime hakim oldular. Ve ben kendimi başbakan adayı, Tansu Çiller’in rakibi sanmaya başladım. Bir yandan da bana “beni öldürtmeye çalışanın Tansu Çiller olduğunu” söylemeye başladılar. Birbiriyle çelişkili, tutarsız hatta komik pek çok senaryo üretip bana sözle ve empati ile aktardılar.

Bana aktarılan ya da empati ile beynime verilen senaryolar, söylemler arasında şöyle şeyler de vardı; “CIA Türkiye’yi yönetiyor. CIA’nın Türkiye masası şefi Reha Oğuz Türkkan. Onun yeri Amerika'da. Amerikalılar seni onun yerine istiyor. Onun altında Sönmez Köksal var. Biz seni Tansu Çiller’in yerine başbakan yapmak istiyoruz. Çünkü sen dunyanın en zeki adamısın. Ama Tansu Çiller seni öldürebilir. Biz seni koruyacağız. Sönmez Köksal Dışişleri Bakanı olmak istiyor. Başbakan olunca onu Dışişleri Bakanı yapacaksan seni destekleyecek. Sen onu Dışişleri Bakanı yapacağını söyle.”

Başka bir sefer de “Tansu Hanım senin şiirlerini çalmış, şiir kitabı çıkaracakmış. Sen dünyanın en büyük şairisin. Şiirlerini korumak için CIA’ya gir” dediler.

“CIA tarafından kaçırılacaksın, öldürüleceksin” uyarısı “bundan kurtulmak için CIA’ya gir” uyarısı, “PKK’ya sığın kurtul” uyarısı, “Ermeni ASALA'ya sığın kurtul” uyarısı, “Rum asıllı Türk ajanlarını Avustralya'ya götür seni korusunlar” uyarısı bir defa değil, ısrarlı bir şekilde tekrar tekrar yapıldı.

Empati ve iksirlemenin etkisiyle sersemleyip zaman zaman bu saçma mizansenlerin etkisi altında kaldım. O günlerdeki konuşmalarım gizli servis tarafından kaydedilmiştir herhalde. Şimdi dinlesem, ben bile çok gülebilirim belki, ama o günleri yaşarken hiç komik değildi, çok acı vericiydi. Beynim iksirlerle yavaşlatılmış yarı baygın hale getirilmiş, empati ile esir alınmıştı. Sürekli ölüme çok yakın olduğumu, kaçırılacağımı düşünüyordum. Gizli servisçiler için çok eğlendirici olabilirdi belki, ama benim için işkenceydi.

1994 ve 1995 yıllarında bana uygulanan empati o kadar şiddetliydi ki beynimi zaman zaman tamamen kontrol altına aldı. (Empati kamuoyunda çok az bilinen bir elektronik işkence biçimi. HEDEFLEDİKLERİ İNSANIN DÜŞÜNCELERİNE ELEKTRONİK DALGALARLA HAKİM OLABİLİYORLAR. Daha doğrusu senin yerine onlar düşünüyorlar. BUNA EMPATİ DENDİĞİNİ ÇOK GEÇ ÖĞRENDİM. SİNİR SİSTEMİNE HAKİM OLUP VÜCUDUMUN HERHANGİ BİR BÖLGESİNE ACI SIZI KAŞINMA GİBİ HİSLER VEREBİLİYORLAR, BUNA DA TELEKİNETİK DENDİĞİNİ DUYDUM.) O dönemde ve empati etkisi altında olduğum dönemlerde yaptığım konuşmalardan, davranışlardan sorumlu tutulmamam gerekir.

94 yılında Ankara'da gizli servis görevlisi olduğunu sandığım insanlar, bana söylenenleri, yapılanları, polis, milletvekili dahil hiç kimseye anlatmamam gerektiğini aksi takdirde öldürüleceğimi söylediler. Sadece MİT müsteşarına yahut yüksek rütbeli bir MİT görevlisine anlatabileceğimi söylediler. Ben de 1994 yılı sonlarında bir meclis üyesine giderek MİT müsteşarı sayın Sönmez Köksal’dan kısa bir randevu talebimi iletmesini istedim. Derhal telefonla MİT müsteşarının makamını arayan meclis üyesi bu randevuyu o anda ayarlayamadı. Müsteşar yerinde yoktu.

Daha sonraki günlerde Atatürk bulvarı kaldırımlarında bana MİT’e gitmem, müsteşara veya Erkan Gürvit’e durumu anlatmam söylendi. MİT'e (Yenimahalle'deki) gittiğimde benimle girişte konuşan görevli “müsteşar veya yüksek rütbeli biri size vakit ayıramaz, bana anlatın” mealinde konuşunca durumu kendisine anlatamadım.

Hayatımdan endişe ettiğim için 19 Ocak 1995 tarihinde Avustralya uçağına bindim. Avustralya’ya gidişim “kaçma” değil, hem Türkiye hem Avustralya kanunlarına uygun normal bir seyahattir. Hem Avustralya hem Türk vatandaşıyım.

22 Ocak 1995 tarihinde Sydney’e vardığımda hem empati yoluyla hem de Avustralya aksanıyla İngilizce konuşan insanlar, yolda alçak sesle “Amerikan gizli servisine girmek için başvurmazsam öldürüleceğimi veya kaçırılacağımı, hatta cinsel tecavüze uğrayacağımı” söylediler. Bu uyarı daha sonraki günlerde sık sık tekrarlandı.

Şikayet mektuplarımı Türkiye'ye Başbakanlığa, Cumhurbaşkanlığına, TBMM'ne ve Canberra'daki Türkiye Büyükelçiliğine yolladım. Bir mektup fakslıyor bir süre sonuç bekliyor sonra daha etkili olabileceğini sandığım yeni bir mektup fakslıyor yeniden bekleyişe geçiyordum. Hiçbir gelişme olmadı.

9 veya 10 Şubat 1995’te Sydney’de 15 dakika kadar şüpheli bir şahıs tarafından takip edildim. Son yarım dakikada arkama baktığımda elinde “susturucu takılmış bir tabanca” gördüm. AYNI ANDA EMPATİ YOLUYLA “Amerikan gizli sevisine derhal başvurmazsam eli tabancalı şahsın beni vuracağı uyarısı tekrarlanıyordu. Tabancalı adam üç metre kadar yaklaşmıştı ve tabancayı doğrultup ateş etmesi 1 saniye bile almazdı. Karşı kaldırımdaki telefon kulübesine gittim ve telefon ahizesini elime aldığımda, peşimdeki adamın kaldırımda yüzü bana dönük, gözleri benim üzerimde elinde tabancayla beklediğini gördüm. Zaman kazanmalıydım. Türk elçiliğine ve TBMM’ne faksladığım dilekçelerin işleme konulması vakit alabilirdi. Telefonla Canberra'daki ABD elçiliğine “Tamam CIA’ya girmek için başvuracağım” diye konuştum. Amacım tabancalı adamın beni vurmasını önlemekti. Bu cümleyi söyledikten sonra eli tabancalı adam uzaklaştı.

ABD'’eki CIA merkezinin adresini öğrenip “CIA’a girmek istiyorum” diye bir dilekçe yazdım. Amerikalıların beni “büyük şair, dünyanın en zeki adamı"”olarak aradıklarına ve kaçırmak istediklerine inanıyordum. Mektubun altına “The Poet” (şair) diye imza attım. KOMİK BİR DURUM OLDUĞUNA EMPATİNİN ŞİDDETİ AZALINCA BEN DE DERHAL VAKIF OLDUM, AMA O ZAMAN BUNU CİDDİ CİDDİ YAPTIM

Eli tabancalı şahsın takibinden 6 gün kadar sonra Amerika'ya CIA’ya değil, Melbourne’a gittim. Ucuz bir pansiyonun garajdan bozulma odasını haftalık 85 dolara kiraladım ve beklemeye başladım. Çok fakirdim. 900 Avustralya doları civarında bir param kalmıştı. Avustralya devletinin işsizlere verdiği işsizlik parasıyla geçiniyordum.

Avustralya Başsavcılığına (attorney-general) bağlı iç istihbarat örgütü ASIO binasına gittim. Kapıdaki görevli beni kendi hizasının hemen dışında camekanlı bir bölmeye aldı. Karşıma oturan ASIO görevlisine “size katılamam, Türkiye'de ailem var, ama empatiyi durdurmanız beni bu işkenceden kurtarmanız için gerekli ise Türk vatandaşlığından çıkarım” dedim. Bana Amerikan ve Avustralya gizli servislerine girmem için baskı, tehdit yapıldığını söyledim. Görevli dinlemekle yetindi. EMPATİNİN DURMASI İÇİN İLAÇ İSTEDİM. “BÖYLE BİR ŞEY YOK” DEYİP KONUŞMAYI SONA ERDİRDİ.

Empatiyi şimdiye kadar konuştuğum iki ASIO görevlisinin bile bilmediğini hayretle anladım. Tarif ettiğimde, ikinci ASIO görevlisi "BÖYLE BİR ŞEYİ 1970'LERDE SOVYETLER ARAŞTIRIYORDU GALİBA" diyebildi. Meğer ASIO, Türkiye'deki Emniyetin istihbarat bölümü gibi bir şeymiş. Kontr-espiyonaj görevleri yokmuş. Dolayısıyla empati gibi yöntemleri bilmez ve kullanmazlarmış. (hatta silah bile taşımazlarmış taa ki 11 eylül 2001 New York ikiz kule sabotajından sonra alınan hükümet kararına kadar)

95 Haziranında Sydney'in Kogarah semtinde St George Bank’ın bilgi işlem merkezinde işe başladım. İşyerinin 150 metre kadar arkasında inşaatı yeni tamamlanmış bir daireyi 275 Avustralya dolarına tutmuştum. Kira kazancıma göre yüksekçeydi. İlanla yanıma iki tane ev ortağı aradım. Bir Çinli bir de Japon asıllı iki bayanı kabul ettim. Çinli bayanın beni iksirlemek için görevlendirilmiş biri olduğunu çok zor anlayabildim. Duş alırken suyun vücudumu tahriş edici bir his vermesi ve beni çok fazla halsiz bırakmasının nedenini anlayamadım. Çok sonra sıcak su tankının (termosifonun) iksirlendiğini anladım. Odamdaki döşeme halısı ve şilte ve yorganım ilaçlanıyordu. Bir ara bir iki gün içinde alnımda saçlarımın arasında çıbanlar çıkmaya başladı. Bu çıbanların alnımda izi kaldı. Bunun kullandığım yemeklik yağ ve yoğurtlardaki iksirleme yüzünden olduğunu anladım.

Bir gün ben duşta iken odamdaki eşyaların giysilerimin iksirlendiğini farkedince bunu yapanın Çinli bayan olduğunu anlayabildim. Çinli bayanı ayrılmaya ikna etmek çok zor oldu. Belli ki birkaç gün daha kalıp bir kaç iksirleme daha yapıp cüzdanını biraz daha şişirmek istiyordu. Bu çetrefil bayanla bir kaç kez ağız dalaşından sonra alt-kiracılık (sublease) yasalarına göre yazılı uyarı gönderip bir hafta içinde polis kanalıyla evden atabileceğimi anlatıp evden ayırabildim. Bu Çinli bayan bir yıl sonra bile bulunduğum bambaşka bir semtte beni iksirlemek istemiş. Belli ki kolay para kazanmayı seven birisiymiş. Onun yerine aldığım bir Filipinli bayanın da kısa sürede beni iksirlemek için gönderildiğini anladım.

1998’de Türkiye’nin Burdur şehrindeki ailemin yanına gittiğimde anam babamın zehirlendiğini müşahede ettim. İksirlenme sonucu anam karaciğerinden ve bağırsaklarından ağır şekilde hastalanmıştı ve çoğu zaman yatalak hasta durumundaydı. Ağır hasta, yaşlı cahil kadına gizli servisçiler hiç acımıyor her fırsatta iksirliyorlardı. Ağır kolit hastası olan anamın bağırsaklarını kanatmak üzere iksir verdiriyorlardı.

Babam sinir hastası yapılmıştı. "İyilikçi" (???) gizli servisçiler olmalı, onun durumunu kamufle etmek için sürekli uyku verici iksirler veriyorlardı ve babamın günleri uyumakla geçiyordu.

1999 Ekim Kasım aylarında kamu görevlisi olan erkek kardeşimin evinde birkaç hafta misafir kaldım, ve kardeşimin ailesinin, 2 yaşındaki çocuğuna varana kadar iksirlendiğini hayretle gözlemledim. Bir çocuklarında “hiper aktivite, yani yerinde duramama” hastalığının hafif hali vardı. En fazla üç saniye hareketsiz durabiliyordu 5 yaşındaki küçük kız. Devamlı kıpırdanma gereği duyuyordu çocuk. 2.5 yaşında olanı ise 1.5 yaşındaki çocuklar kadar bile konuşamıyordu. Elbette ki iksirleme yüzündendi. Kardeşimi iksirleten Orduda Tümgeneral rütbesinde bir subaydı ve Ethem Cangörü çetesine yakındı.

23 ŞUBAT 2000 DE AVUSTRALYA’YA DÖNDÜM. MAALESEF BURADA DA ŞİKAYETLERİMİ GEÇERSİZ KILMAKTA ETKİLİ OLUYORLAR. HERŞEYİ İNTERNETTE ANLATARAK KURTULURUM UMUDUNU TAŞIYORUM.

Yasalar birisinin hayatını yazmayı yasaklamıyor. Ben hoşlanmasam bile yasak değil. Yasak olan hakkımdaki gizli servis istihbaratının yazma işinde kaynak hazırlamada kullanılmasıdır. Bu yasağı ihlal edeni cezalandırmak ve söz konusu eylemin bana ve yakınlarıma vereceği maddi ve manevi zararları önlemek için yayını durdurmak, faillere ve sorumlulara caydırıcı yaptırımlar uygulamak dahil gerekli önlemlerin alınmasını MİT'ten beklerim.

Ben 1968 senesinden beri roman, hikaye yazmayı istedim, tasarladım ve yazdım. Üniversite yıllarımda oyun ve film senaryosu yazmayı hatta film yapmayı bile tasarladım ve yazdım. 1980 yılına gelindiğinde benim kafamda bir roman, bir oyun ve amarcord tipinde bir filmin hikayesi hazırdı. 1983 84 yıllarında oyunumun bazı kısımlarını bir okuldaşıma oynayarak anlattım. O haliyle bile bir hayli beğenildiğini bana aktardılar. O haliyle o oyun oynanmaya hazırdı. Ve hafızam değil beynim tarafından epeyce işlenmişti. Erdin Günçe benim beynimde üretilmiş hicivleri, lirizmi, "kısa hikaye"lerimi, oyunumu, özetle beynimde üretilmiş ne varsa çaldı. Parçalara ayırıp sinemacılara tiyatroculara sattığını son günlerde öğrendim. Kahroldum. Çaldığı şeyler benim 1968'den yazıp durduğum şeylerdi. Biraz daha iyileştirmek niyetinde olmam yazılmadıklarını ispatlamaz.

Maddi koşullarımın bir parça düzelteceğim günlere sakladım. Kendi paramla yayınlatmak zorunda olduğumu düşünüyordum. 1980'den bu yana maddi açıdan durumum hiç düzelmediği için yayınlatamadım.

Unutmadan hemen ekleyeyim, benim yazdıklarım yakınlarımın özel hayatının gizliliğine uygun şeylerdir. Hakkımızdaki istihbaratı eserlerine kaynak yapanların bazıları özel hayatımızın gizliliğini ihlal etmiş sayılır. Bu durum MİT'in yasakları kapsamındadır. Ayrıca anayasanın 20 maddesi, temel insan hakları hatta basın yayın hukukuna göre bile cürüm sayılır. Bu sorunun çözümünün MİT tarafından sağlanmasını beklerim.

BENİM ÇIKARABİLDİĞİM KADARIYLA ŞENİZ CANGÖRÜ, MEHMET EROĞLU VE ERDİN GÜNÇE BU CÜRÜMÜN MÜPTELALARI ARASINDA İMİŞLER. BU İNSANLAR YASAK KAPSAMINDA OLAN EYLEMLERİNE RAĞMEN ERKAN GÜRVİT, AHMET ŞAĞAR, MEHMET EYMÜR, EMRE TANER GİBİ GÜÇLÜ AĞABEYLERİ SAYESİNDE, CEZA ALMADAN KURTULABİLMİŞLER.

Hakkımızdaki istihbaratı esrelerine kaynak olarak kullanan ya da kaynak hazırlamada kullanan insanları savunan ve koruyan insanları yadırgıyorum. Kendilerine aynısı yapılsaydı, inanıyorum ki onlar da ağır tepki vermek isteyeceklerdi.

Mehmet Eymür’ü ilk defa Burdurun Kapaklı Köyünde evimize geldiğinde gördüm. Ben İzmir Kolejinin hazırlık sınıfı veya birinci sınıfındaydım. Yani 1966 veya 1967 yılı olmalı. Mehmet Eymür ve yanındakiler babama arazi ölçümleri için gelen ziraatciler olduklarını söylemişlerdi. Babam hiç tanımadığı bu adamları köydeki görgü gereği eve buyur etmiş, çay kahve ikram etmiş ve yarım saat veya bir saat misafir etmişti.

Aynı adamı iki üç yıl sonra Burdur'un Erikli Köyünde evimizde babamla konuşurken hatırlıyorum. Köylüler gibi bağdaş kurmuştu. Güleç yüzlü, neşeli, ve oldukça konuşkandı. Ne anlattığını hiç hatırlamıyorum. (Çok sonra hatırlar gibi oldum. Galiba babama kolundaki saati kullanmasan daha iyi diye tavsiyede bulunuyordu, saat taşıdığı için iksirlenmesin diye çıkış veriyordu.)

Yine ortaokul çağlarımda eve gelen Mehmet Eymür'ü babamla beraber çeşme başından evimize doğru yürürlerken ve babama sözlü sataşmada bulunurken hatırlıyorum. Babamın elindeki küreği ona savurmakla tehdit ettiğini, Mehmet Eymür'ün de "ben senden bir ağır laf almak istedim" diye ağız yaptığını hatırlıyorum. Bir ağır laf alsaymış, gizli servis görgüsüne göre bir işaret verecekmiş. Ağır laf alamadığı için boşa gitmiş çabaları.

MEHMET EYMÜR KÖYÜMÜZE 16 KERE GELMİŞ. EMPATİ BÖYLE SÖYLÜYOR. YARALI HAFIZAMDAN BUGÜNLÜK BU KADARINI BULABİLDİM.

ODTÜ yıllarında çevremdeki gizli servis görevlilerinden birinin Mehmet Eymür’ün sadık adamı olduğunu (galiba bir ara daire başkan yardımcılığına geldiğini duyumsadım, Mehmet Eymür'ün daire başkanı olduğu zaman yardımcısı olan şahsın adı uygundu, yanılıyor da olabilirim ama empati onaylıyor) gizli serviste iyi bir konumu olduğunu çıkardım. O zatın adını vermeyeceğim. Ona “stoper” adını verelim. Stoper’i bir kez de Ankara'da Karakuşunlar semtindeki Orta Doğu sitesinde gördüm. Mehmet Eymür’ün dubleks evinin bahçesinde Mehmet Eymür'le birlikte ayakta bana doğru bakıyorlardı. Kendisine kırgındım ve ODTÜ'de iken uzak durmayı seçer olmuştum. Mehmet Eymür bana alçak sesle bir şeyler söylemeye çalıştı, bak arkadaşın demeye çalışıyordu galiba. Önemsemedim.

1981 veya 1982 yılı olmalıydı. Orta Doğu sitesinde iki üç kişi ortak bir ev kiralamıştık. Bir gün evde televizyon seyrediyorduk. TELEVİZYONDA MİT MÜSTEŞARI ADNAN ERSÖZ KALABALIK ÖNÜNDE KONUŞMA YAPIYORDU. KONUŞMASI SIRASINDA GALİBA DİLİ DOLAŞIYOR PEK DE İYİ PERFORMANS GÖSTEREMİYORDU. GEVŞEK BİR ANIMDI. BOŞ BULUNUP “NE BİÇİM KONUŞUYOR” ANLAMINDA BİR CÜMLE, ARDINDAN DA UYGUNSUZ BİR SÖZ SARFETMİŞ BULUNDUM. 1 VEYA 2 GÜN SONRA OLMALI, APARTMANIN ÖNÜNDE TAKIM ELBİSELİ ADNAN ERSÖZ PAŞA BANA KÜKREDİ; “ÖZÜR DİLE”. ŞAŞKINA DÖNMÜŞ VE KORKMUŞTUM. HİÇBİR TEPKİ VEREMEDİM. DİLİM TUTULDU. USULCA UZAKLAŞTIM. O zamanlar Adnan Ersöz Paşanın gerçeği sanmıştım, elbette gerçeği değildi. Şimdi anlıyorum ki bazı Gizli Servisçiler bana dinlendiğimi anlatmak istemiş olmalılar. Ne yazık ki Gizli Servisin benimle ilgilenebileceği, bana vakit ayırabileceği aklımın ucundan bile geçmemişti.

Bu olaydan sonra bir hafta içinde olmalıydı. Her günkü gibi bakkala gidiyordum. Yolun bitişiğindeki Mehmet Eymür'ün evinin yanından geçiyordum. Bahçesinde elinde küreğiyle Mehmet Eymür bana doğru bakarak “gördün mü evladım bir lafın yüzünden başımıza bir manyağı getirdiler” anlamında mırıldandı. Hiç bir anlam verememiştim.

Durumu bana seneler sonra empati ile açıkladılar; Benim Adnan Ersöz Paşa hakkında ettiğim gelişigüzel sözü allayıp pullayıp Adnan Paşaya ileten Ethem Cangörü'yü, Adnan Paşa sevmiş. Ethem Cangörü'yü yüksekçe bir makama getirmiş. Doğru ise vah yazık gizli servisin haline.

Hemen hatırlatayım; Ethem Cangörü 11 yaş ile 17 yaşım arasında bana 7 kere elle sarkıntılık yapan, bana yönelik iğrenç cinsel fantezilerini ulu orta bir kaç defa haykırabilmiş bir sapıktır. Aydın'ın bir kasabasında terzi kalfası iken 8 yaşında bir oğlan çocuğunun ırzına geçip öldürmekten ağır hapis cezası aldığı, hapishaneden ajanlığa terfi ettirildiği, ajanlık yaparken de çocuklara yönelik sapık eğilimlerini sergilediğini duyumsadım. 11 yaşında iken beni kaçırmaya kalkışmıştı, yetişen görgü tanıkları sayesinde kurtulmuştum. Ajan olunca mahkumiyetleri ile ilgili bütün kanıtları yok ettiği, yol ortasında tartıştığı sivili beylik tabancasıyla vurup öldürdüğü, benzin alırken tartıştığı benzinciyi iksirleyerek öldürdüğü, hasımlarının kadınlarına ajan gönderip ırzına geçtirttiğini, bu tür cürümleri işlemeyi meslek hayatı boyunca sürdürdüğünü duyumsadım. 1980'den sonra rütbesi yükseltilince sol eylemcileri yakalamak seçeneğini tercih etmeyip hepsini kurşuna dizdirdiğini, "oğlancı olduğu MİT tarafından saptanmış" 6 tane sapığın MİT ajanı olarak işe alınmasını uygunlaştırmakta başarılı olduğunu duyumsadım. ETHEM CANGÖRÜ'YE GÖRE "ÇOCUK SEKSİ YAPMAK" UFAK BİR KABAHAT SAYILIRMIŞ. İzmir'de makinistlik yaparken (ajanlığın yanı sıra) Demirlibahçe istasyonunda beni kaçırmak istemiş ve kurtarmak isteyen ajanlar çevremde korumaya almışlar. Ben o zaman durumun acayipliğini farketmiş ama işin içyüzünü anlayamamıştım. Bazı yasakların kalktığı bir gelecekte, meslektaşları Ethem Cangörü'nün cinsel tercihleri konusunda geniş açıklamalar yapabilirler. Ama benim anlayabildiğim kadarıyla, MİT'in bu ünlü sapığı, fırsatını bulduğu zaman "güzel yüzlü oğlan çocukları" tercih ediyormuş. Onlardan bulamazsa "oğlansı kız çocuklarını" da deneyebilirmiş. Böyle bir pespaye kişiliğin nail olup da MİT'de hayat bulup yeşerdiğine şaşırdım ve bağırmak istedim.

1999 SENESİ BAHAR AYLARINDA BAŞBAKANLIĞA VERDİĞİM DİLEKÇEMİN İLK CÜMLESİNDE “HİÇBİR ZAMAN HİÇBİR GİZLİ SERVİSTE HİÇBİR GÖREV ALMADIĞIMI” “BANA YÖNELİK EYLEMLERİN FAİLLERİ VE SORUMLULARI İLE YARGI ÖNÜNDE HESAPLAŞABİLMEM İÇİN GEREKLİ İŞLEMLERİN YAPILMASINI İSTEDİĞİMİ“ BELİRTTİM. BİR KAÇ GÜN SONRA MEHMET EYMÜR’ÜN AMERİKA'DAN KORUNMA İSTEDİĞİNİ GAZETELER YAZDI. 2000 yılının Mayıs ayında olmalı, Melbourne Başkonsolosluğuna empati ile çağrıldım. Konsolosluğun bekleme salonunda yarım saat kadar bekletildim. Ertesi gün gazeteler Mehmet Eymür’ün Türkiye tarafından ABD’den istendiğini yazdı. Konsolosluğun salonunda kamerayla izlenmiş ve yerim saptanmıştı. Gizli servisin değişik fraksiyonları benim yerimi yanlış bildiriyordu. Doğru yerim saptanınca, benim yerime adam geçirip yanlış söylemlerle kendi durumlarını kurtaranların durumları değersizleşti. Demek bunlardan biri de Mehmet Eymür idi. Bir süre sonra Avustralya Başbakanlığına çevremdeki ağılama olayları için bir şikayet dilekçesi yazdım. Ertesi günü Sabah Gazetesi Mehmet Eymür’ün Türkiye’ye dönmek istediğini, can güvenliği yüzünden ABD'de bulunduğunu söylediğini yazdı. Bu 3 olayı değerlendirince, BEN VE MEHMET EYMÜR TAHTEREVALLİNİN İKİ UCUNDAYDIK SANKİ DİYE DÜŞÜNDÜM. ELBETTE O ÇOK DAHA AĞIR BASIYORDU.

Beni ve bazı yakınlarımı ajan gösterip birçok insana “payanda veya kalkan” olarak kullanma izni veren Mehmet Eymür’ün savunucuları çoktu. O delişmen bir ajandı ama, Ethem Cangörü gibi sapık biri değildi. Pek çok değerli insan suç ortağı olmuştu. Bu insanlardan bazıları çok güçlü ve etkili makamlarda idiler. Geriye dönüp bakınca eski MİT müsteşarı Sönmez Köksal’ın bunlardan biri olduğunu çıkardım. Kendisi Mehmet Eymür'le aile dostu olmalı. Bu dostluk babaları Osman Köksal ve Mazhar Eymür'den miras alınan bir dostluk olabilir. Mehmet Eymür çok güç durumda iken, MİT'in en tepesindeki Sönmez Köksal ve diğer büyük suç ortakları Erkan Gürvit, Emre Taner, Şenkal Atasagun sayesinde ceza almadan kolayca kurtulabildi. Sönmez Köksal'ın babası Osman Köksal'ın da 1960 ihtilalinin güçlü albaylarından olduğunu hatırlamakta yarar var.

1995 yılı Ocak ayında bana başbakanlık danışmanı Yaman Aşıkoğlu’na gidip durumu anlatmam hatta iş istemem söylendi. Başbakanlıktan sorunca hastanede kan kanserinden ölüm döşeğinde olduğunu öğrendim. 4 ay içinde ölecekti ve ölmeden önce bana kurtulmam için gerekli açıklamaları yapmak istemişti. Kendisini o zaman hatırlayamadım, ama çağrıldığım için gitmeyi düşünmüştüm. Bu gelişme, bizi payanda/kalkan olarak kullanıp çok ağır eylemler yapanların kızmasına neden olmuş. O günlerde pencereme tabancalı bir adam çıkardılar. Yolda “seni öldürecekler” yazılı karton gösterdiler. Bir söyleme göre Mehmet Eymür’ü kurtarmak isteyen müsteşar Sönmez Köksal beni öldürtmeyi bile düşündü. Mehmet Eymür gibilerinin bizim gibi insanların hayatına pek de değer vermeyeceği ortada. Onun payanda yapması ve 1500 den fazla insana bu izni vermesinden sonra teyzem ağılanarak kalp hastası, anam ağır kolit ve geri zekalı yapıldı. Pek çok yakınım hasta, geri zekalı, cüce, özürlü yapıldı. İksirlenerek ucubeye çevrilen yakınlarım oldu. Mehmet Eymür ve diğer “büyük istenciler” çok daha büyük kavgaları için bizi harcamayı çoktan öngörmüşlerdi.

Bu günlerde anlıyorum ki Mehmet Eymür taraftarlarından Paris büyükelçisi Sönmez Köksal beni Avustralya'da bırakmaya çalışanlar arasında yer alıyor. Bu da, daha önce çıkarabildiklerime uygun düşüyor. Acaba Sönmez Köksal da beni ve bazı yakınlarımı payanda olarak kullananlar arasında mı?

Bana "seni öldürecekler Avustralya'ya kaç" uyarısını yapan ajan aynı zamanda ezilen horlanan Rum asıllı Türk ajanı rolünü yapan birisiydi ve bir söyleme göre Mehmet Eymür'ü kurtarmak için beni yabancı gizli servise kaçırtmaya karar veren bir gurubun ajanıydı. Bunlar arasında Sönmez Köksal, Emre Taner gibileri olması olası.

Mehmet Eymür’den şikayetçiyim.

Bu son cümle hikayeyi okuyanlara komik gelebilir ama bu cümleyi mutlaka koymam tavsiye ediliyor. Bana da çok uygun elbette. Hatta MİT bütün kanıtları ve gerçekleri empati yoluyla bile olsa, ortaya çıkarmalı ve halka açık bir mahkemede yargılanmalarını sağlamalı. Mehmet Eymür'ün arkadaşlarının pençesinden kurtulabilirsem, Mehmet Eymür hakkında dava açtırmak istiyorum. Melbourne'daki Türk Konsolosluğuna teslim edeceğim dilekçelerde bunu belirteceğim.

Ceza verilmeyecek bile olsa, şikayetçi olmam, gerçek tavrımı ortaya koymak açışından, yani sembolik açıdan önemli. Mehmet Eymür ve babasından binlerce defa, yani yediğimiz her iksir için şikayetçiyim. Bu zulmü, işkenceyi babası başlatmış olsa bile, kendisi de bilerek ve isteyerek sürdürdüğü için şikayetçiyim.

Adam zehirleyenler, vatan kurtarma iddiasıyla düzmece mektuplar yazdıranlar, ister solcu ister sağcı olsunlar yaptıklarının bedelini kendileri ödemeliler. Benim gibilerine ödetmemeliler. O zaman belki delikanlı adam olduklarına insanları inandırabilirler.

Benim, kendisinden daha sağlam ve genç olduğum iddiası yersiz bir iddiadır. Kendisinin oğlu benden çok daha sağlıklı, sağlam yapılı, gürbüzdür. Onu koşuversin bu işe. “Hadi oğlum, yaşlı ve zayıf babanın iksirlerini yiyiver de babacığın ölmesin” diyiversin. Benim anam babam böylelerinin iksirlerini yiye yiye çürüyor.

Mehmet Eymür yine de yufka yürekli çingeneymiş. Beni görünce hep üzülürmüş. Ben bile fark ettim yüzündeki ifadeden. Ben bakkala giderken Orta Doğu sitesindeki evinin yanından geçerdim hep. O da kürek sallamayı bırakıp üzgün üzgün beni süzerdi.

Kendisiyle hiç konuşmadık. Konuşsaydım “üzülme Mehmet Amca, sizin gibileri için, bizim gibileri feda olsun” der içini ferahlatırdım adamcağızın.

Onu ilk defa lisede iken (1970 veya 71 yılı olabilir) Burdur'da muhtemelen Gazi caddesi üzerinde bir dükkanın önünde babamla ayaküstü konuşurken hatırlıyorum. Babama “Veli Bey size yapılacak bir işi önledim” anlamında bir şeyler anlatıyordu. Kendisinin Burdur'da lise öğretmeni olduğunu söylemişlerdi.

Aynı yıllarda bir gün Erikli Köyünün camisinin önünde babamla ayaküstü kısa bir süre konuşup ayrılmıştı.

Bir başka sefer de Erikli Köyündeki evimize gelen bir gurup iyi giyimli insanlar arasındaydı. Yer minderine oturmuştu. Yüz ifadesi ve konuşma biçimi etkileyici idi. Galiba babama “Veli Bey burayı satın şehre yerleşin” diye tavsiyede bulunmuştu.

Lise sonda veya lise ikide iken (1970 71 veya 72 tam hatırlamıyorum) İzmir Kolejinin yemekhanesinin önünde, ben tam oralarda iken bir hocam ile ağız dalaşı yapan adamın Şenkal Atasagun olduğuna vakıf oldum. Şenkal Bey ve hocam ağdalı, usturuplu cümleler ile konuşuyor ve sanki birbirlerine rest çekiyorlardı. Ama birbirlerinin sözlerini hiç kesmiyorlardı. Sanki tiyatrolardaki kavgalar gibi, biri sözünü tamamladıktan sonra öbürü başlıyordu. Önceden hazırlanmış kalıp cümlelerini okuyorlardı gibi geldi bana. Şimdi anladığım kadarıyla rol icabı ağız kavgası yapıyorlardı. Mizansen de, beni sorguya çekmek isteyen ve buna izin vermek istemeyen iki ajanın rol icabı kavgasıydı.

Şenkal Bey, Bilal Şimşir, Orhan Aka, gibi büyükelçiler ODTÜ yıllarımda çevremde gözüktüler. Yurtların arasındaki bir forumda parka giyimli Bilal Şimşir çimenlerin üzerinde yanıma oturmuş, ve bana “sen devrimci misin” diye sormuştu. Başka bir sefer Orhan Aka ODTÜ 3.ncü yurdundaki odama gelip masamızı ilaçlayıp ayrılmıştı.

ODTÜ pastanesinde yanıbaşıma sandalye çekip oturan Umut Arıktı. Bir defasında Ankara'da Atatürk Bulvarı üzerinde “gel sana Dışişlerinde iş vereyim” diyen de Umut Arık'a çok benziyordu.

Şunu anlıyorum ki benim çevremde dönen olaylara karışanlar arasında pek çok büyükelçi ve yüksek rütbeli gizli servis görevlisi var. Elleri bu çamura bulanan çok fazla “değerli” insan olunca (mesela 1500 ) o insanlara ceza vermek yerine benim ve yakınlarımın çilesinin sürmesini sağlamayı seçerler. 1999 BAHARINDA BAŞBAKANLIĞA VERDİĞİM BİR ŞİKAYET DİLEKÇEM, ELLERİ BU ÇAMURA BULANMAMIŞ BASİRETLİ BİR BÜROKRATIN ELİNE GEÇİNCE ARALARINDAN MEHMET EYMÜR’Ü FEDA EDERLER. HALBUKİ DAHA YÜZLERCESİ VAR.

Öyle değil mi Şenkal Bey, siz de dahildiniz bu oyuna. Benim Lise yıllarımda etkili bir roldeydiniz. Taa Burdur’da bir yıl öğretmen olarak görev yapmayı kabul edebilecek kadar içindeydiniz hem. Köydeki evimizin sahanlığında yer minderine bağdaş kuranlar arasında kısa boyluca, sağlam yapılı esmer Emre Taner de oldu sizin gibi. Mikdat Alpay da oldu muhtemelen. Niye kamuoyuna gerçeği söylemiyorsunuz? Suçu tamamen Mehmet Eymür’e yükleyip diğerlerini kaçırıyorsunuz. Daha 1500 kadar gizli servis kökenli veya ilişkili insan var bu çamura elleri bulaşan. Belki 10 yıl belki 20 yıl sonra, bir gün bu dosyalar kamuoyuna açılır ve hepimizin adı lanetle anılır.” deseniz nasıl olur?

MİT üst düzey yönetiminden kaç tanesinin elleri bu çamurla kirlenmiş durumda Şenkal Bey? Pek çoğunun elbet. Sizin bu yaptığınızı küçük rütbeli ajanlarınız utançla izliyor. Bir gün sizin adlarınız şeref defterine değil, utanç defterine kazınır.

Emre Taner benim ODTÜ öğrencisi olduğum yıllarda Öğrenci Temsilciler Konseyi Başkanlığı yapmıştı. Elektrik Bölümünde Marksizm üzerine seminer verirken kısa bir süre dinleyip ayrıldığımı hatırlıyorum. Bir başka gün, ODTÜ kafeteryasında karşıma oturup bana tam algılayamadığım birkaç söz sarfettiğini hatırlıyorum. Başka bir gün, ODTÜ kampüsü içinde yolda yürürken, bir kaç adım uzaktan alçak sesle bana bir şeyler söylemeye çalıştığını hatırlıyorum. Bunun, gizli servise göre bir çeşit "mesaj iletme" yöntemi olduğunu o zamanlar bilmiyordum.

Emre Taner’i ODTÜ öğrencisi iken Erikli Köyündeki evimizin sahanlığında yer minderine oturan misafirler arasında gördüğümü hatırlıyorum. Esmer sağlam yapılı nemrut yüzlü çevik genç bir adamdı. Babamın eline su bile dökebilmişti. Köyde su bakraçlarla eve taşınır ve ibrikle su dökülerek el yıkanırdı. Emre Taner babamın eline su dökmeyi kendiliğinden yaparak saygı gösterisinde bulunmuştu. Ama ninemin eşeğine çuvalları sararken urganları bağlamayı hiç becerememiş, ninem de kendilerine "elinizden hiç bir şey gelmiyor" diye serzenişte bulunmuştu. O halleriyle Emre Taner köydeki görgüye uygun davranmayı istemiş ama "eşeğe çuval sarma dersi"ni iyi çalışmadığı belli olmuştu. Yine de "köy görgüsüne uygun olma çabası" takdire değerdi. Bu çabayı Erkan Gürvit, Erdin Günçe, hatta Süleyman Şaşa da bile göremedim.

Başbakanlığa bir şikayet dilekçesi veriyor ve cevap için bekleyişe geçiyordum. Sonunda bir gün Basın Halkla İlişkiler'den takip etmeyi akıl edebildim. 4 defa gittiğim halde benim şikayetimle ilgilenecek insanı zor da olsa sonunda bulabildim. Basın Halkla İlişkiler Dairesi Başkanlığından müdür yardımcısı Mitat Sönmez konuyla ilgilendi. “Sizin hiç bir suçunuz yok. Bu bir yanlışlık, derhal durdurulacak, eğer durdurulmazsa bana gel, Daire Başkanı ile Başbakan adına konuştum (MİT Antiterör Daire Başkanı Emre Taner olduğu anlaşıldı) önce inkar etti, sonra kabul etmek zorunda kaldı” dedi.

Bir söylem de, birbirlerinin suçlarını saklamak, çeteler arasında gizli bir dayanışmaydı. Birbiriyle gizli servis görgüsüne göre kıyasıya savaşan çeteler, iş denetlemeye veya yargıya geldi mi dayanışma içine girip birbirlerinin suçunu örtbas ediyorlardı. Emre Taner Mehmet Eymür’e yakın biri olarak zaten olayın tarafıydı.

Emre Taner’in adamları ayaklarıma asitli bir iksir serpiyor. Bu iksir, suni elyaftan imal edilen çamaşırların kimyasal bileşimini bozuyor ve iksirlenen çamaşırlar gitgide katılaşıyor. Bu iksir ayakları sızlatıyor. Her gün bir saat ayaklarımı suda bekleterek sızıyı hafifletmeye çalışıyorum. Bugün (26 mart 2001) evin zemini o iksirle iksirlenmiş durumda. Bastıkça ayağıma sirayet ediyor oradan da örtülere geçiyor. Alkolde bekletirsem iksirli çamaşırlardan yarısı çıkıyor bu iksirin. Bir çeşit alkoloid olması muhtemel.

Yatağım olursa iksirleniyor. Bu yüzden yatağım bile olamıyor. Yere serdiğim çarşafların üzerinde yatıyorum. Çarşafları da iksirledikleri oldu, o zaman yere serdiğim gazetenin üzerinde yatıyorum. Yiyeceklerim, çamaşırlarım iksirleniyor. Bu yüzden bir kat yedek çamaşırımı, satın aldığım yiyeceklerimi sırt çantamda yanımda taşıyorum. Dışarıda yürürken üstüm başım ve sırt çantam da iksirleniyor.

Ya beni hemen öldür ya da bırak da yaşayabileyim Emre Taner.

Cüneyt Arcayürek’in kitabında meşhur “MİT raporu” skandalında, MİT’ten ayrılması istenen 5 kişi arasında Emre Taner’in de adı geçiyor. Diğerleri Hiram Abas, Mehmet Eymür, Mikdat Alpay. Sonuncusunu hatırlayamadım. İlginç olan husus, benim üzerimdeki baskının iyice arttığı yıllarda daire başkanı olarak adı geçen insanların Emre Taner ve Mikdat Alpay olması. Niye kurtulmadığımın başka bir göstergesi de bu olabilir mi?

Erkan Gürvit'i ilk defa gördüğümde 10 veya 11 yaşlarındaydım. Erikli Köyünde evimizin önündeydik. Ablamla bahçeden dönmüştük. Erkan Gürvit beraberinde birileriyle “babanız nerede” diye sormuştu. İlkokul çağındaki ablam, çocukluğuna bakmadan onun soruş biçimini ayıpladığını söylemeye çalışmıştı. O da gülerek ablama takılmıştı.

Bir ara yakınımızdaki Çamoluk Köyünün muhtar yardımcısı olarak yeniden gözüktü. Bir defasında bizim evde bir dilekçenin nasıl yazılacağı konusunda babamla alçak tonda tartıştılar. Babama “ben hukuk mezunuyum, sen bana mı öğreteceksin” anlamında çıkıştığını iyi hatırlıyorum.

Belki o yıl veya çok yakın bir zaman içinde Erkan Gürvit'i Erikli Köyündeki bahçemizin kapısında babama ağır bir hakaret savururken gördüm. Babam “seni karakola sürükletirim, ağzını bozma” diyordu. Erkan Gürvit “asıl ben seni sürükletirim, vali yardımcısı benim arkadaşım” diye karşılık vermişti. Babama gizli servis görgüsüne göre bir işaret verebilmek için ağır bir söz duyması gerekiyormuş. Ama babamın görgüsü buna uygun olmayınca bu numara sökmemiş.

1968 doğumlu kardeşim 2.5 yaşında bir çocuk iken, bizim eve hanımı Şenay Gürvit ile geldiler. Şalvarlı ve başı yazmalı Şenay Hanım köylü kadını havasını vermeye çalışıyordu. Ama yufka ekmeklerini çilemeyi becerememişti. Anam ocakta yufka pişiriyordu. Hamur teknesi, un çuvalı, yeni pişmiş yufka yığını arasında Şenay Hanım anamın yanına oturdu. Erkan Bey de babamın yanına duvar dibine yer minderine oturdu. 2.5 yaşındaki kardeşimin Şenay Hanıma "anamın ekmeklerini elleme" diye kızmasına hepimiz eğlenmiştik. Şenay Hanım pek eğlenmemiş olmalı çocuğu tokatlamıştı. Duruma benim bile canımın sıkıldığını iyi hatırlıyorum. Eve gelen davetsiz misafir, ev sahibinin önünde, ev sahibinin ikibuçuk yaşındaki çocuğuna dayak atabilmişti.

Bana göre, Şenay Hanım o civarda bir köy öğretmeninin hanımı idi. Mesleği de ilkokul öğretmeni veya ebe belki de sade bir ev hanımı olsa gerekti. (Not: 21 Ocak 2002) Erkan Bey'in hangi uydurma nedenle evimize geldiğini şimdi hatırlayabildim. Erkan Bey yakınımızdaki Kapaklı köyüne tayini çıkan bir öğretmen olduğunu söylemişti, ve babama "kabul edeyim mi yoksa başka bir yer mi bulayım kendime" diye danışmaya gelmişti.

Her halükarda Erkan Gürvit bu olayla taa gençlik yıllarından beri görev icabı ilgilenen bir gizli servis görevlisiydi. Üstelik Erkan Gürvit’in bir yakın akrabası benimle aynı dönemde İzmir Kolejinde okumuş, benimle aynı yıllarda ODTÜ'de okumuştu.

Aynı tavrı yüzlerce insanın denemiş olması bile mazeret olamaz. Erkan Gürvit”i de şikayet etmek zorundayım.

Erkan Gürvit ve yakınlarının ben ve aileme yönelik eylemlerinden şikayetçiyim.

1995 Ocak veya Şubat ayında EMPATİ İLE BANA “senin hayatınla ilgili skeçleri anekdotları Erkan Gürvit'e verdiğini söyle, yoksa başkaları çalacak, Erkan Gürvit korunmasını sağlasın” telkininde bulundu. O günlerde çok şiddetli empati etkisi altındaydım. Daha hangi skeçleri hangi anekdotları istediklerini bilmeden “skeçleri Erkan Gürvit teslim alsın” anlamında bir cümle sarfettim. Sonunda olay aydınlandı. Üzerimi dinleyerek aldıkları bazı skeçleri anekdotları kullanmak, piyes film senaryosu yazma heveslisi Maksut Göksu imiş. Ricalarını kırmamışlar ve MİT görevlileri şiddetli empati ile benim beynime empoze etmişler.

Maksut Göksu yaşıtım birisi imiş. Kendisini hiç tanımadım. Ama bu olayı duyunca anlayışını yadırgadım. Şikayet etmememi tavsiye ediyorlar. Korkutuyorlar. Pankreas zarını ve kalbini hedefleyen iksirler verilir diye. Aman Maksut Bey, hakkımdaki istihbaratı kırpıp kırpıp piyeslere film senaryolarına ekledikten sonra, bunun için ağladım diye bir de canımı mı alacaksınız.

Erkan Gürvit’i suçlarken arkasındaki gerçek gücün kim olduğunu unutmamak lazım. 12 Eylül lideri Kenan Evren daha 1964 senesinde damadı Erkan Gürvit’i köyümüze göndererek bizden habersiz bizi kalkan/payanda olarak kullanma avantajını elde etmeyi bilmiş. Kenan Evren de kurnaz ve akıllı davranarak iksirciliğini kimsesiz ve fakir ailemin üzerine yıkan kurnaz ve akıllı gizli servis cemaatine dahil olmuş.

Kamuoyunca, özellikle halkımızın eğitimi düşük kesimince pek beğenilir Kenan Evren. Babacan, mert, namuslu, şerefli, iyi niyetli bulunur. Halbuki Kenan Evren adam zehirlemeyi meslek hayatı boyunca sürdürdü ve suçu da dağbaşındaki kimsesiz insanların üzerine yıktı. Bunun neresi namus, neresi şeref, neresi iyiniyet, neresi ahlaktır?

Tarih bir gün Kenan Evren’in bu yüzünü de yazacaktır.

Ben çocuk yaşlarımdan itibaren, kitap (roman, hikaye) yazmayı istediğimi dile getirmiştim. Bir roman yazmayı, bir de kendi anılarımı yazmayı ortaokuldan beri düşündüm durdum. Müzikal film senaryosu yazmayı ve filmi kendim yapmayı bile hayal ettim. 1980'li yıllara gelindiğinde oyunum ve romanım hazırdı. Erdin Günçe yazdığım şeylerin hepsini MİT'in dinleme imkanlarıyla çalmış. Hepsini dinleyip sıvayıp boyayıp tiyatroculara film yapımcılarına satmış. (Parçalayıp bölüp değiştiremediği bir bazı bölümleri de böylece korumaya aldırmaya çalışmışlar.) Meşhur ajan Nuri Gündeşin koruması ve desteğiyle 33 yıldır bu suçu işlemiş durmuş. Nuri Gündeş’in çetesinde bu sucu islemeyi seven, istihbarat dosyalarından, kayıtlarından sinemacılara, tiyatroculara, romancılara hikayecilere kaynak hazırlayan ajanlar bulunurmuş.

Çaldıklarının bir kısmı da benim beynimde üretilen entelektüel malvarlığı sayılması gerekir. Nasıl ki bir şairin şiiri, bestecinin şarkısı, matematik aliminin çözümleri onların malvarlığı ise, benden çaldıkları oyun, kısa hikayeler ve film hikayesi, roman benim malvarlığım içinde sayılmalıdır. Hepsi de benim geliştirdiğim yazdığım şeylerdir.

Kısacası yaptıklarının bir kısmı entelektüel malvarlığı hırsızlığı, bir kısmı da MİT yasaklarını, anayasanın 20 maddesini, temel (burda bir kopukluk var./yyn.)

Ben bu yasağa uymayanların gizli servise göre sorgulanmalarını ve haklarında işlem yapılmasını isterim.

İnsanlar kapı arkasından gizlice kendilerini dinleyenlere, ağır hakaret edip dövmeye gelirler. Kim üzerinin gizlice dinleme cihazlarıyla dinlenilip yazı için kaynak yapılmasına razı olabilir? Kendilerine aynısı yapılsa Erdin Günçe ve çetesi veya Kumkapı müptelası büyük(!) hırsızlar, pardon yazarlar razı olacaklar mıydı, şikayet etmeyecekler miydi.

Erdin Günce 1995 Ocak ayında benimle beraber aynı gün İstanbul'dan Sydney'e geldi. Sönmez Köksal tarafından başıma bela olması, benim kurtulmamamı sağlaması için görevlendirilmiş. Benim gizli servis kıskacından kurtulmamam hem Mehmet Eymür hem de daha pek çok (mesela 1500 kadar) çingene için gerekliydi. İnsanlara beni kurtaranın kendisi olduğu yalanını pervasızca söyleyebiliyormuş. Gerçekte ben ve ailem Erdin Günçe gibilerinin kirli işlerinin cezasını çekiyoruz, hem de hiç bilmeden. Arada sırada iksirledikleri bazı hasımları bizi öldürmek isterse ondan kısmen sakınmış olmaları muhtemeldir. Halbuki o tehlikeyi bize savan yine kendileridir.

BUGÜN 20 OCAK 2001. Erdin Günce'nin, ben ve yakın akrabalarım hakkındaki istihbarattan hazırladığı raporların Yılmaz Karakoyunlu'ya iletilmesini sağladığının işaretini aldım. Bu raporların bir oyun yazmada kaynak olması için hazırlandığı bellidir. Devlet Bakanı görevi dolayısıyla hakkımdaki MİT raporlarını inceleme yetkisi olamaması beklenen Yılmaz Karakoyunlu'nun da konuyla istihbarat amacıyla ilgilenmeyeceği ortadadır. Buna rağmen yine de raporları istemesi manidardır. Raporlar, Başbakanlık müsteşarı Ahmet Şağar tarafından Yılmaz Karakoyunlu'ya göndertildiğine dair işaret aldım. Halbuki o raporları Yılmaz Karakoyunlu konumundaki şahıslara göndermek yasaktır.

İşin ilginç yanı bu raporların Erdin Günçe tarafından bir piyes yazımında kaynak yapmak amacıyla hazırlanmasıdır. Yılmaz Karakoyunlu'nun da aynı amaçla bu raporları üç yıldır istediği biliniyor. Bu durumu önlemek için resmi makamlara yazdığım dilekçelerimde hakkımızdaki istihbaratı eserlerine kaynak yapanları ve buna ortam hazırlayanları hep şikayet ettim. Erdin Günçe bu engeli aşmak için yakın ilişki kurduğu Ahmet Sağar'ın gücünü kullanmayı bilmiş olabilir. Ahmet Şağar bu raporları Şenkal Atasagun'dan istemiş olmalı. Halbuki Ahmet Şağar ve Yılmaz Karakoyunlu'nun yaptıkları resmi bir işlem olmayabilir. Kendilerinden şikayetçiyim.

Yılmaz Karakoyunlu benim ve yakınlarımın hakkındaki istihbaratın özetini Erdin Günce’den satın alan adamdır. Anlaşılan Yılmaz Karakoyunlu’ya bunlar vız geliyor. O gene bildiğini okuyacak hakkımızdaki istihbaratı sıvayıp boyayıp eserlerine kaynak yapacaktır. Geçmişte aynı şeyi yapmıştır, kendisine bir şey diyen olmamıştır. Kendisinin yasalara göre cürüm işlemiştir. Ama ona bunu söyleyebilmek her babayiğidin harcı değildir. Çünkü o bir devlet adamıdır.

Nuri Gündeş’in en iş bitirici, en ahlaksız adamlarından Erdin Günce yasal yollardan bunu önleyebileceğimi düşündüğünden “büyük devlet adamı(!)” Yılmaz Karakoyunlu’yu en uygun müşteri olarak seçmiştir. Benim hakkımda hiçbir dayanağı olmadan 47 yıldır yapılan istihbaratı özetleyip Yılmaz Karakoyunlu’ya hediye etmiştir. Yılmaz Karakoyunlu’nun da bedelini kendisine en uygun şekilde ödeyeceğini tahmin etmek zor değil.

Daha 14 yaşımda iken kendi öz yaşamımı kitaplaştıracağımı söylemiştim. Erdin Günçe o yıllarda beni takip ediyordu. Daha o yaşlarda benim bestelediğim şarkılar plak yapılmıştı. Bugüne kadar 500’den fazla benim bestelediğim şarkı piyasaya sürülmüştür. 70’li 80’li yıllarda bazı özel sohbetlerim MİT arşivlerine rapor olarak yerleştirilmiş. Oradan da müşterileri alıp eserlerine kaynak yapılmış, yani Erdin Günçe tarafından pazarlanmış.

1980’li yıllarda tek kişilik oyun tasarladığımı söylemiştim. Açgözlü hırsız Erdin Günce çetesi bunları kaçırıp tiyatroculara satmış. Hatta bir de tiyatroculardan sipariş almış; “Bu çocuğun yanından böyle şeyler bulursan bana getir” diye.

1983 yılında, param olduğu zaman “Amarcord” gibi bir film yapmak istediğimi söylemiştim. Tek kişilik bir oyun, bir anı/roman kitabı, ve bir amarcord tipi müzikal film, bunlar kafamda tasarladığım şeylerdi. Erdin Günce bunu iyi bildiği için bendekileri olabildiğince kendine ayırmak (yani çalmak) istedi. Olayları tek tek ele alıp, bu bir tek senin başından mi geçti, bu lafı şakayı bir tek sen mi yaptın, filan yerde filan şahıs bunları anlatmıştı diye sahte gerekçeler uydurarak hikayenin can alici bölümlerini gasbetmek istemiştir. Yargı yoluyla çözmek çok zorlaştırılmış durumda çünkü empatiyi ispatlamak imkansız sayılır.

Yılmaz Karakoyunlu gibilerine belki de nüfuz karşılığı parasız hediye edilebilir ama bazı yazarlara para karşılığı satıldıkları gizli servisin içinde gayet iyi biliniyor olmalı. Bu yollarla kazanılan paraların adi “KUMKAPİ FONLARI” imiş. Kumkapı meyhaneleri müptelası bazı yazarlar iyi para ödüyormuş Erdin Günçe gibilerine.

Değinmek istediğim başka bir konu da ortaokul, lise, üniversite yıllarımda yazdığım şarkı sözleri ve bestelediğim şarkılardır. Şarkılarımın sayısı beşyüzden fazladır. Şarkıları piyasaya çıkaranların nasıl ele geçirdiklerini de anlayamadım. Bestelerim için benden henüz izin alınmamıştır.

Yedi yıl önce, 1995 senesinde yıllardır ben ve yakın akrabalarımın sistemli olarak iksirlendiğimizi (zehirlendiğimizi), işimizi, aşımızı, sağlığımızı, herşeyimizi en çirkin durumlara düşüren gizli servis görevlileri olduğunu çıkardım. Yedi senedir resmi makamlara yaptığım şikayet başvurularından hiçbir sonuç alamadım. Yedi yıldır ökseye yakalanmış kuş gibi çırpınıp duruyorum.

Yaklaşık 5 sene 6 aydır çalışamaz durumdayım. Biriktirdiğim paralarla idare ettim bugüne kadar. Avustralya hükümetinin işsizlere verdiği yardımla geçinmeye çalışıyorum. Çalışamazsam tedavi olacak param bile olamayacaktır. Bu eylemler sürdükçe de is bulmam imkansız sayılır. Her yerde adim Türk ajanlarının takibindeki "kaçak Türk ajan" ına çıkmış durumda. Beni ise almak isteyen bir işyeri olsa, bazı gizli servis görevlileri tarafından engellenir. Girebilsem bile bana ve beni ise alan insanların başına olmadık bela açılır.

Bu eylemler durdurulursa çalışabilir hale gelir, hem kendimin hem de ağır hasta anamın tedavisini yaptırabilirim. Simdi hepimiz yavaş yavaş olduruluyoruz.

Ben ve ailem bu gizli servis iç çatışmasına hiç bir zaman taraf olmadık. Hatta benim dışımda daha ailemde hiç kimse duruma vakıf bile olamadı. (aile sözcüğü ile anam, babam ve onların çocukları ve torunlarını, yani anam-babamın tüm ardıllarını kastediyorum) Hiç habersiz, payanda, kalkan ve hedef tahtası durumuna düşürülen ailem bu çirkin gizli servis iç çatışmasında en ağır yaraları almıştır.

Bize bu zulmü yaşatanlar aynisinin kendilerine yapıldığını iddia ediyor olabilirler. O kötülükleri biz yaptırmadık, yapılmasına da razı olmadık. Bizim adımıza kendilerine kötülük yapıldığını iddia edenler durumu resmi makamlara havale etsinler, hiçbir şekilde sorumluları savunmayacağız.

Bu mektubumu T.B.M.M. üyelerinin ellerine doğrudan ulaşmasını sağlayabilirseniz isleme konulması mümkün olabilir. Memurlara verilen evrak gizli eller tarafından yok edilecek veya sümenaltı edilecektir.

İBRAHİM AKSOYLU

Adres: Yakın takip altında olduğumdan yerimi Gizli Servis saniyesi saniyesine söyleyebilir. Her mesai günü konsolosluğa giderek bir görevliye durumumu ihbar ediyorum. Bana verilecek cevaplar konsoloslukta iletilebilir.

Buraya yazdığım takdirde evimi çok daha ağır şekilde iksirliyorlar.

Not: Beni bulmak isteyenler bu günlerde RMIT kütüphanesinde bulabilir. Her gün bir kaç saat orada otururum. Lacivert bir lejyoner şapkası ve siyah sırt çantalıyım. Başıma püskürttükleri iksirlerin etkisini azaltmak için lejyoner şapkası giyerim. Sırt çantamda da sabunum, bilgisayarım, kurtarabildiğim şikayet dilekçelerim, ve gizli servisçilerden korumak istediğim bazı ufak tefek eşyam bulunur. Bu halimle beni eksantrik bulanlar olabilir. Ne yazık ki evde bırakırsam diş fırçama, sabunuma, tıraş makinama kadar iksirliyorlar.”

--------

MEHMET EYMUR: Evet, şimdi "Reis", "Bay Pipo", "Salkım Hanımın Taneleri", "Mehmet Eymür, Ziverbey'den Susurluk'a Bir Mit'çinin Portresi", "Teşkilatın İki Silahşoru", "Abi" gibi son günlerin çok satılan meşhur kitaplarının İbrahim Aksoylu'dan çalıntı olduğu daha iyi anlaşılıyor.

Demek bu Kumkapı meyhaneleri müptelası "Kumkapı Foncuları" yazarlar, paraları İbrahim kardeşimizden çaldıkları eserlerle yapıyorlarmış...

Sevgili kardeşim İbrahim, sana "paranoid şizofreni" teşhisi koyanlar hata ediyor.

Esas "paranoid şizofreni" hastaları senin eserlerine el koyup, senin üzerinden paralarına para katan yazarlar.

Senin eserlerini çaldıkları, kullandıkları aynı tip ifade tarzından o kadar belli ki...

Durumuna üzülmemek mümkün değil.

Sana, acil şifa ve gelecek yaşamında başarılar diliyorum. EMPATİ BENİMLE İLGİLİ OLARAK SENİ YANLIŞ YÖNLENDİRMİŞ. BENDEN SANA HİÇ BİR ZARAR GELMEZ, RAHAT OL. Bana bir resmini yollarsan, seni daha iyi tanıma imkanına kavuşur, çok sevinirim.


(...................)

1. MİT RAPORU: Banker Bako Olayı, Polis İçindeki Çekişme ve Yeraltı - Polis – Kamu Görevlileri İlişkileri





1. MİT RAPORU:
Banker Bako Olayı, Polis İçindeki Çekişme ve Yeraltı - Polis – Kamu Görevlileri İlişkileri



1. 12 Eylül 1980’den sonra araştırmalar, kaçakçılığın terörün başlıca unsurlarından biri olduğu kanaatini yaratmış ve bu nedenle 25 Aralık 1982 tarihinde Genelkurmay Başkanlığı’nda Org. Necdet ÖZTORUN’un başkanlığında Korg. Recep ERGUN, Korg. Nevzat BÖLÜGİRAY, Korg. Burhanettin BİGALI, Koram. İrfan TINAZ, Tuğg. Doğan SOLMAN, Emniyet Genel Müdürü Fahrettin GÖRGÜLÜ, MİT Daire Başkanı Galip TUĞCU’nun katıldığı kaçakçılık ve rüşvetle ilgili bir toplantı yapılmıştır.

Toplantıda o güne kadar kaçakçılık konularının dışında kalan MİT Müsteşarlığı’na da görev verilmiş ve Milli İstihbarat Teşkilatı’nın buna göre yapılanması kararı alınmıştır. Aynı toplantıda bilgilerin MİT arşivlerinde toplanması ve MİT’in KİHDB (Kaçakçılık İstihbarat ve Harekat Daire Başkanlığı) ve Emniyet Genel Müdürlüğü ile yakın koordinasyon içinde olayların üzerine gitmesine karar verilmişti.

6 Mart 1983’te Genel Kurmay’da 2. Başkanın Başkanlığı’nda diğer bir toplantı yapılmış ve Dündar KILIÇ’la iltisaklı silah, sahte para ve elektronik kaçakçısı Zeki İNAL’ın işbirliği yaptığı ve ilişkili olduğu şahısların durumu değerlendirilmiştir. Bu toplantıda konunun Emniyet Genel Müdürlüğü ve MİT Müsteşarlığı’nca ele alınıp sonuçlandırılması talimatı verilmiştir.

Haziran 1983’te MİT Müsteşarlığı bünyesinde Kaçakçılık Şubesi kurulmuş ve başına şube müdürü olarak bu konuda birikimleri olan Mehmet EYMÜR getirilmiştir. Kaçakçılık konusunda Atilla AYTEK’in başında olduğu Emniyet Genel Müdürlüğü Kaçakçılık ve İstihbarat Daire Başkanlığı ile çok yakın koordinasyonu başlayan MİT Kaçakçılık Şubesi 9 Şubat 1984’te terörle yakın ilişkisi bulunduğu anlaşılan Dündar Ali KILIÇ, Behçet CANTÜRK ve Abuzer UĞURLU’nun sorguya alınarak , tecrim edilmelerine çalışması teklifini Genelkurmay Başkanlığı’na yapmış, teklifin uygun karşılanması üzerine ilk önce Dündar Ali KILIÇ, bilahare de Behçet CANTÜRK alınarak sorgulanmış ve Ankara Sıkıyönetim Mahkemesine tevdi edilmişlerdir.

Gözaltına alınmaları ve yargılanmaları büyük tepkiler yaratan ve ifadeleri ile yüzlerce kişinin daha tevkif edilmesini sağlayan, birçok görevli ve idareci ile ilişkileri su yüzüne çıkaran Dündar KILIÇ ve Bahçet CANTÜRK’ten sonra yeraltı dünyasından bu görevi yürüten kişilere karşı sistemli bir yıpratma faaliyeti başlamış, bu faaliyetin en ziyade hedefi MİT’e nazaran daha legal bir şekilde çalışan Emniyet Kaçakçılık Dairesi ve bu dairenin başkanı Atilla AYTEK olmuştur.

Günümüze kadar süren ve özellikle basın yoluyla yapılan bu yıpratma ve yıldırma faaliyetine yeraltı dünyası ile menfaat ilişkileri içinde bulunan çeşitli kamu görevlileri de yardımcı ve alet olmuşlardır.

Son günlerde Banker BAKO olayı ile bazı gizli ilişkilerin yeniden su yüzüne çıkmasından tedirgin olan yeraltı dünyası ve işbirlikçileri bu kez olayların arkasında MİT’in bulunduğu varsayımından hareketle Atilla AYTEK’in yanı sıra MİT’e de yüklenmeye başlamışlardır.

Bunun en iyi misali uzun yıllardan beri sadakatle MİT Müsteşearlığı’na hizmet eden, teröristler dahil birçok kişinin yakalanmasını sağlayan, MİT kanalıyla Emniyet Genel Müdürlüğü’ne aktarılan bilgilerle silah ve uyuşturucu kaçakçılarının yurtdışında kullandıkları sahte kimlik ve pasaportların tespitini sağlayan döküman sahtekarınla ilgili olarak Hürriyet Gazetesi’nde yapılan 4-5-7 Kasım 1987 tarihli yayınlardır.

Banker BAKO olayı ile yeraltı-kamu görevlileri ile ilgili istihbari bilgiler müteakip maddelerde sunulmuştur. İstihbari mahiyetteki bilgileri ihtiva etmesine rağmen bu bilgilerin etüdü, günümüzde yeraltı dünyasının kollarını nerelere kadar uzattığı hakkında yeterli bir bilgi verecek, tehlikenin önemini anlatacaktır.

2. Banker BAKO olayının bağlantıları

a)



b) Banker BAKO’nun arkasında ki esas kuvvet Dündar KILIÇ’ın kardeşi İbrahim KILIÇ ve adamı Erdoğan ARSLAN’dır. Bu grup Banker BAKO’ya 1980’li yılların başından beri bu işi yaptırmaktadırlar. Banker BAKO bunların elinde bir oyuncaktır. İbrahim KILIÇ ve Erdoğan ARSLAN 1984’de, Çaybank’a ait çok miktarda sahte senedi Banker BAKO kanalıyla piyasaya sürmüşler ve bu işten milyarlar kazanmışlardır. Halen Pamukbank Nişantaşı Şubesinde Tülin KUTLU (Tel….) bu konuda bilgi sahibidir. Tülin KUTLU’nun 1984’de Garanti Bankası Kurtuluş Şubesi Müdürü olduğu devrelerde Banker BAKO çok miktardaki sahte Çaybank senedini bankaya tevdi ederek kredi almış, Tülin KUTLU senetlerin sahte olduğunu sonradan anlamıştır.

c) ErdoğanARSLAN, DYP il başkanı Yaşar KEÇELİ’nin yeğeni Şeref KEÇELİ’nin kirvesidir. Yaşar KEÇELİ’nin diğer yeğeni Hikmet KEÇELİ ise İstanbul Emniyet Mali Şube Müdürü Cevdet SARAL ve İstanbul polis şefleri ile yakın irtibatlıdır. Esasında Dündar KILIÇ ve yakınları, Dündar KILIÇ’ın cezaevinde bulunmasını Başbakan ÖZAL ve Şarık TARA'ya bağlanmakta ve Özal Hükümetinin gitmesini özellikle istemektedir. Kılıç ailesinin Banker BAKO kanalıyla piyasaya sürdüğü para miktarı 12 milyar dolayında olup, sahte tahvillerin bir kısmı halen İstanbul’un Hacı Hüsrev semtinde piyasaya sürülmektedir.

d) Yeraltı dünyasının avukatlığını ve bu meyanda Of’luların (Osman CEVAHİROĞLU) ve Dündar KILIÇ’ın avukatlığını yapmış olan Karadeniz’li (Samsun) Hüsamettin CİNDORUK, eski Ortaköy Şifayurdu sahibi banker Fikri ERDÜŞ (ölü) ile de iltisaklıdır. H. CİNDORUK’un BAKO, ilişkisi avukat sanık münasebetlerinden doğmayıp H. CİNDORUK’un yeraltı ilişkilerinden kaynaklanmaktadır.

Fikri ERDÜŞ’ün 1981-82 yıllarında Kuruçeşme’de kendine ait gümrük depoları mevcut olup bu depolara Dündar KILIÇ ve Of’lu Osman’da ortakdırlar.

O zamanki MİT İstanbul Daire Başkanı olan Nuri GÜNDEŞ’in de Hüsamettin CİNDORUK ve Dündar KILIÇ’la yakın irtibatı bulunmaktadır. Nuri GÜNDEŞ zaman zaman Teşkilatın imkanlarıyla Hüsamettin CİNDORUK’un özel korumasını da yaptırtmıştır.

1982’de Hüsamettin CİNDORUK, Fikri ERDÜŞ’ün Kuruçeşme’deki depolarına bir geminin mal boşaltması gerektiğini, ancak İstanbul Gümrüğü’nün izin vermediğini ve zorluk çıkarttıklarını söylemiştir.

Bunun üzerine Nuri GÜNDEŞ İstanbul Limanında görevli gümrük amiri Erkan KILIÇAY’a bir personel yollayarak konunun halledilmesini istemiştir. Erkan KILIÇAY, Fikri ERDÜŞ hakkında kalın bir dosyanın bulunduğunu ve bu sebeple gümrük muayenesinin F. ERDÖŞ’e ait depoda yapılamayacağını bildirmiş, Nuri GÜNDEŞ ise İstanbul MİT’de kaçakçılık konularına bakan Cengiz ABAOĞLU’nu İstanbul Gümrük Başmüdürü OKTAY’a göndermiştir. Oktay’ın da zorluk çıkarması üzerine C. ABAOĞLU, Oktay’a, F. ERDÜŞ’ün Konsey Üyelerinden birinin (ismi hatırlanmıyor) yakını olduğunu belirtmiş, bu baskılar üzerine İstanbul Gümrük Müdürü OKTAY, geminin Kuruçeşme’deki depoya yanaşmasına izin vermiştir. İzni elde eden Nuri GÜNDEŞ, Hüsamettin CİNDORUK’a işin halledildiği müjdesini vermiştir.

Banker BAKO 1980 harekatından sonra iflas edince Dündar KILIÇ’a sığınmış ve böylece hem borçlarının zorlamalarla ödenmemesini temin etmiş hem de elindeki çek ve senetlerin Dündar KILIÇ ve adamları vasıtası ile zoraki tahsilini sağlamıştır. BAKO bu arada Fikri ERDÖŞ’ün Fahrettin ASLAN kanalıyla KASTELLİ’den aldığı Kuzguncuk’ta ki yalıya Dündar KILIÇ ve Hüsamettin CİNDORUK kanalıyla yerleştirilmiş, 1984 Ağustos ayından itibaren de Dündar KILIÇ ve adamlarının bastırdığı sahte Çaybank senetlerinin piyasaya sürülmesinde kullanılmıştır.

Bako’nun iflasından sonrada Fikri ERDÖŞ-Dündar KILIÇ ortaklığı devam etmiş, Fikri ERDÖŞ, Dündar KILIÇ , Yahudi Menaim (Metin) Futsi, yurtdışında bulunan İsmail Hacısüleymanoğlu (Of’lu), Yaşar YAMAK ve Osman isimli bir şahıs yurtdışından saç-demir ve çelik boru getirmişlerdir. Bir hesap meselesinden Dündar KILIÇ ‘la arası açılan Fikri ERDÖŞ yurtdışına kaçınca Dündar KILIÇ ,Kuruçeşme’deki depoları bir müddet çalıştırmıştır.

Süleyman DEMİREL’e yakınlığı olan Fikri ERDÖŞ zamanında bu yakınlıktan istifade ile Yapı Kredi ve İş Bankası’ndan büyük krediler almış, BAKO’nun da oturduğu yalı İş Bankası kanalıyla satılmıştır.

e.) Hüsamettin CİNDORUK ve Dündar KILIÇ’la yakınlığına değinilen Nuri GÜNDEŞ MİT’den emekli olup halen Emin CANKURTARAN’a ait Taksim Stadyum Palas Kat-3 17/5 adresi ve ……… no.lu telefonda, ticaretle uğraşmaktadır. Daha önce görevde olduğu tarihte, damadı da Emin CANKURTARAN’ın yanında çalışan Nuri GÜNDEŞ ile birlikte, Dündar KILIÇ ve Yaşar YAMAK’la (Topal Yaşar) ilişkilerinden dolayı MİT’den ayrılmaya mecbur edilen ve MİT’de iken kaçakçılık konularına bakan Cengiz ABAOĞLU çalışmaktadır.

Cengiz ABAOĞLU aynı zamanda Şehmuz TATLICI’nın Kadıköy’de ki Şetat adlı kuruluşunda da görevlidir.

Nuri GÜNDEŞ’in, Dündar KILIÇ’la ilgili soruşturma sırasında Şükrü BALCI, İstanbul Valisi Nevzat AYAZ ve Fahrettin ASLAN’la birlikte gayrimüslimlerden külliyetli miktarda haraç alınması olayına adı karışmış ancak bu konu bilahare çeşitli gerekçelerle örtbas edilmiştir. Bu olaya Cengiz ABAOĞLU, Nuri GÜNDEŞ’in akrabası Hacı Ali ASLAN ve diğer birkaç MİT mensubunun da adı karışmıştır.

Aynı tarihlerde intikal eden bilgilere göre Nuri GÜNDEŞ’in ,

(1) Başak Grubu sahipleri Ertan SERT ve Turan ÇEVİK’ten himaye edilmelerine karşı 60 milyon TL aldığı.

(2) Aynı tarihlerde eski MİT Müsteşar Yardımcısı Nihat YILDIZ’ı Başak Holding’e soktuğu

(3) Başak Holdin’in 300 milyonluk bir borcunu banka müdürüne baskı yapıp ertelettiği,

(4) Erdoğan DEMİRÖREN’in Arşimidis işini kapattırdığı,

(5) Emin CANKURTARAN’ın gümrük işlerine yardım ettiği ve bu meyanda Emin CANKURTARAN’ın Edirne’de takılan bir TIR’ını Kapıkule Gümrük Müdürü Birol KALKAN kanalıyla kurtardığı, Birol KALKAN’ın bu iyiliklerine karşılık Mataracı davasında korunduğu,

(6) Dündar KILIÇ ve Fahrettin ASLAN’dan hediye aldığı ve menfaat temin ettiği, hususları yer almaktadır. Bu ilişkilerde Cengiz ABAOĞLU daima yer almıştır.

f.) Esasen Banker BAKO hayatından endişelendiği için konuşmamakta, cezaevinde vurulmaktan korkmaktadır. Erdoğan ARSLAN ve diğerleri alındığı takdirde Banker BAKO’nun da konuşması ve bazı itiraflarda bulunması mümkündür.

g.) Banker BAKO olayının arkasındaki diğer güçler ise, İstanbul Emniyet Müdürü Ünal ERKAN, Yadımcısı Mehmet AĞAR, Mali Şube Müdürü Cevdet SARAL ve İstanbul Emniyet Müdürlüğünün diğer üst düzeydeki yöneticileridir.

Olayın ortaya çıkması ve Mali Şube Müdürünün telsiz emri ile tayin edilmesi üzerine aynı akşam Ünal ERKAN, Mehmet AĞAR, Cevdet SARAL, Narkotik Şube Müdürü Sarper BALTACIOĞLU, İkinci Şube Müdürü Ömer TÜZEL, Personel Şube Müdürü Sefer VURUCU ve diğerleri Beylerbeyi’ndeki Polis Evi’nde toplanmışlar ve durum değerlendirmesi yaparak Hürriyet Gazetesi’nden Kasım GENCE’ye Emniyet Genel Müdürlüğü ve İçişleri Bakanlığı yetkililerini “Takunyalı “olarak niteleyen, hükümeti suçlayan ve olayı kapatan Mali Şube Müdürü’nü öven yazıyı yazdırtmışlardır.

Ertesi akşam İstanbul Valisi ile aynı yerde yemek yiyen Ünal ERKAN ve yardımcıları yemekten sonra Çevik Kuvvet Şube Müdürü Necati ALTUNTAŞ’ı, Kasım GENCE’yi bulup gazeteye gitmesi ve Ankara baskısını alıp gelmesi için görevlendirmişler, Necati ALTUNTAŞ’da görevi yerine getirmiştir.

Hürriyet Gazetesi’ne Kasım GENCE ile birlikte gidip gazeteyi alan N. ALTUNTAŞ “Neler yazmışsınız başımız belaya girecek” demiş, Kasım GENCE ise gülerek “Dün akşam sizinkilerle birlikte yazdık. Onlarla birlikte kaleme aldık” şeklinde cevap vermiştir. Gazeteyi Ünal ERKAN’a götüren N. ALTUNTAŞ “Müdürüm bu yazı başımızı ağrıtır” demiş Ünal ERKAN ise “Merak etme hiç bir şey olmaz” şeklinde cevaplamıştır.

Necati ALTUNTAŞ’ın Hürriyet Gazetesine gidişi Emniyet Genel Müdürü Saffet Arıkan BEDÜK tarafından öğrenilmiş neticede N. ALTUNTAŞ’ın Urfa’ya tayini çıkmıştır.

Ünal ERKAN ve Mehmet AĞAR ise Emniyet Genel Müdürü’ne, İstanbul Valisi Nevzat AYAZ’ı şahit göstermek ve yemin etmek suretiyle olayla ilgileri olmadığını söylemişler ve Genel Müdürü kandırmışlardır. N. ALTUNTAŞ bir tertibe kurban gittiğini söylemekte ve Ünal ERKAN ile Mehmet AĞAR’a çok kızmaktadır.

h) Esasen, Ünal ERKAN başkanlığındaki İstanbul Emniyet Müdürlüğü üst düzey kadrosu, İstanbul’da ki yer altı dünyası ile yakın ilişki içindedir. Bu ilişkinin en büyük koordinatörü emekli cinayet masası şefi Ahmet ATEŞLİ ve Mehmet AĞAR’dır. Ahmet ATEŞLİ 1 Kasım seçimleri için DYP’den aday olmuş, Mehmet AĞAR’da aynı partiden milletvekili olmayı düşünürken bilahare bundan vazgeçmiştir.

i) Banker BAKO olayındaki gelişmeler ve İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ndeki tayinler üzerine Gayrettepe Emniyet Müdürlüğü’nde 8 Ekim 1987 akşamı geç saatte İbrahim KILIÇ’ın da katıldığı bir durum değerlendirmesi ve izlenilecek strateji toplantısı yapılmış, toplantıya Dündar KILIÇ‘tan para aldığı için bir ara açığa alınan polis memuru Tuncay KATIRCIOĞLU ile gelen İbrahim KILIÇ saat 01:30'a kadar Gayrettepe’de kalmış ve bu saatte Mercedes otosu ile gitmişlerdir. Toplantı Mehmet AĞAR’ın odasında yapılmıştır.

j) Banker BAKO olayının açığa çıkmasından sonra Dündar KILIÇ’ın kızı ve damadı Uğur (ikiside aynı isimde) ile kızkardeşi (aynı zamanda Of’lu İsmail’in eşi) Türkiye’yi terk etmişler İspanya’ya yerleşmişlerdir.

k) İstanbul Emniyeti’nde ve yeraltı camiasında BAKO olayı ve bu olaya bağlı olarak diğer yolsuzlukların meydana çıkmasından büyük tedirginlik duyulmakta, özellikle BAKO olayının aldığı “Politik” şekil rahatsızlık vermektedir.

3.a) Yeraltı dünyasının ünlü isimleri 12 Eylül 1980’den sonra göz altına alınmaları, aranmaları ve birçok faaliyetlerinin ortaya çıkması neticesinde rahatsız olmuşlar ve özellikle Anavatan Partisi’nin, aldığı ekonomik tedbirlerle, illegal gelir kaynaklarını kurutması karşısında, bu hükümete karşı bir tavır olarak muhalif partilere yanaşmışlardır.

Menfaat ilişkilerini her şeyin üzerinde tutan bu grup bir yandan eski İçişleri Bakanı Hasan Fehmi GÜNEŞ kanalıyla SHP’ye sızmaya çalışmış diğer taraftan DYP’li İl Başkanı Yaşar KEÇELİ ve Hüsamettin CİNDORUK kanalıyla DYP ile mevcut yakınlığını pekleştirmiştir. Bu meyanda SHP’nin İstanbul Vatan Caddesi’ndeki bir toplantısına İbrahim CEVİROĞLU (Of’lu Osman’ın yakını) katılarak Fehmi GÜNEŞ ile birlikte oturmuş, aynı toplantıya Ankara Mamak Cezaevi’nde bulunan Dündar KILIÇ büyük bir çelenk yollamıştır.

b) Yeraltı dünyasından DYP’ye sızma ve destek ise irtibatların fazlalığı nedeniyle daha çok olmuştur. Buna misal olarak, partiye Fatih’ten kaydolan emekli başkomiser Ahmet ATEŞLİ, emekli İstanbul Mali Şube Müdürü Cevdet SARAL’ın yanı sıra emekli istihkam Albay Ali İhsan CESUR’da gösterilebilir.

1984 yılında yakalanan Ermeni asıllı anneden doğma Lice’li uyuşturucu ve silah kaçakçısı Behçet CANTÜRK’ün ifadelerine istinaden gözaltına alınan ve ifadelerden Behçet CANTÜRK’ün uyuşturucu kaçakçılığına askeri kamyonlarla destek sağladığı anlaşılan Emekli Albay Ali İhsan CESUR, bütün dünyaca aranan Sarı AVNİ (Avni KARADURMUŞ) ile dünürdür.

Ali İhsan CESUR, Mamak Cezaevi’nden tahliye edildikten sonra bir müddet Beşler Sucukları’nın müdürlüğünü yapmış, daha sonra DYP’ye katılarak Kağıthane ve Beykoz ilçelerinde faaliyet göstermiştir. (Ek-1 resim)

c) DYP- Yeraltı ilişkilerine bir diğer örnek Sadettin BİLGİÇ- Kağıthaneli Kürt HASAN ilişkisidir. Bu çok samimi ilişkinin yanı sıra Yahya DEMİREL’in bir ucu ŞELEFYAN’a diğer ucu Enis KARADUMAN’a uzanan ve sayısız irtibatları kapsayan yeraltı ilişkileri sayılabilir.

d) DYP - Yeraltı ilişkilerinde diğer bir hat ise İl Başkanı Yaşar KEÇELİ’nin yeğenleri vasıtasıyladır. Petrol Ürünleri AŞ ortaklarından olan Hikmet KEÇELİ’nin, Aytekin KOTİL ve Sovyetlere de ilişkisi olup Hikmet ve Aytekin KOTİL’in 22 Mayıs 1981 günü 34 RF 777 plakalı oto ile SSCB Konsolosluğu’na gittiği tesbit edilmiştir.

Kaçakçı armatörler Ziya ve Halis KALKAVAN’lar, altın kaçakçısı Nasrullah AYAN, uyuşturucu ve silah kaçakçısı Behçet CANTÜRK ile yakın irtibatları olan Hikmet KEÇELİ , eski tarihlerde Behçet CANTÜRK’ten 300 milyon TL. borç almış, bu borcun senedi Yapı Kredi Bankası-Mecidiyeköy Şubesinden muhafaza edilmiştir. Nasrullah AYAN’la hayali ihracat işlerinde ortaklık yapan Hikmet KEÇELİ’nin tespit edilen bir görüşmede 30-35 bin tişört aldığı, bunları Nasrullah AYAN’ın istediği yere gönderebileceğini söylediği, Nasrullah AYAN’ın da mal yüklü kamyonla ilgili gelecek arkadaşı ile bunu halledebileceğini bildirdiği anlaşılmaktadır.

Hikmet KEÇELİ’nin ortağı Nasrullah AYAN, Sarp KURAY’ın lideri olduğu Partizan Yolu’nun uzun yıllar finansörlüğünü yapmıştır.

4. Yeraltı Dünyası ile Bürokratlar ve üst kademedeki yöneticiler ve bunların yakınları arasında özellikle İstanbul’dan kaynaklanan önemli irtibatlar bulunmaktadır. Bu ilişkilerin kurulmasında her zaman öncülüğü İstanbul polisinin üst düzey yöneticileri çekmişlerdir.

Genellikle tesadüfi gibi görünen tanıştırmalar, küçük ve zararsız hediyeler, kadın ilişkileri, gece hayatı, bu irtibatların başlangıcı olmaktadır.

İki tip irtibata misal vermek gerekirse şunlar sayılabilir:

(1) Tahsin ŞAHİNKAYA

Tahsin ŞAHİNKAYA, Sarı Avni (Avni MUSULLULU-KARADURMUŞ), Behçet CANTÜRK, Dündar KILIÇ, Fahrettin ASLAN ile inşaat ve ihale mafyasıyla ilişkilidir. ŞAHİNKAYA ’nın bu alandaki ilişkilerine ait , Ankara Sıkıyönetim 4 no.lu Mahkeme Başkanlığı’nda ifadeler , teyp tapeleri ve teyp bantları bulunmakta olup, Selahattin DELİDERE isimli bir silah ve uyuşturucu madde kaçakçısının konuştuğu (Diyarbakır’da) bir teyp bandında adıgeçene Sarı Avni’nin yurtdışında bir villa aldığından bahsedilmektedir.

Tahsin ŞAHİNKAYA’nın İstanbul Emniyet Müdür Muavini Mehmet AĞAR ile yakın irtibatı olup Mehmet AĞAR, adıgeçenin "terzi - elbise temizliği" dahil her nevi özel işiyle uğraşmaktadır.

Ayrıca Dündar KILIÇ’ın avukatlığını yapmış olan Mümin KAVALA’nın Tahsin ŞAHİNKAYA’nın akrabası olduğu söylenmektedir.

(2) Eski Genel Kurmay Başkanı Necdet ÜRUĞ:

Adıgeçenin, İstanbul 1. Kolordu Komutanı olduğu devrede Şükrü BALCI-Fahrettin ASLAN-Hamsi Fuat lakabıyla tanınan Beşiktaş Askerlik Şubesi Başkanı Alb. Fuat DİNÇER ve eski MİT görevlisi Nuri GÜNDEŞ kanalıyla bazı irtibatları olmuştur.

İrtibatları arasında Topal Yaşar lakabıyla tanınan silah-uyuşturucu kaçakçısı Yaşar YAMAK bulunmakta olup, bu şahıs bilahare N. ÜRUĞun tavsiyesiyle MİT tarafından eleman olarak kullanılmış, ancak herhangi bir faydası olmamıştır.

Nitekim 15 Kasım 1981’de PAPİLE isimli turistik bir otelde Hopa Emniyet Amiri’nin de bulunduğu içkili toplantıda Yaşar YAMAK İstanbul’da tutuklandığını ancak çok şey bildiğinden ve üst düzeydeki birçok kişinin başını yakacağını söylediğinden serbest bırakıldığını Tuncay MATARACI’ya da çok haraç verdiğini söylemiştir.

Hamsi Fuat ismiyle tanınan Emekli Albay Fuat DİNÇER, bütün yeraltı dünyası ile çok yakın ilişkiler içindedir. Üsteğmenliğinde battaniye ve askeri kıyafet satarken yakalanan bu albay , Genelkurmay Başkanı iken N. ÜRUĞ’un evine gelip kalan ve senli benli konuşan ender insanlardan biridir.

N.ÜRUĞ, yolsuzlukları kamuoyuna aksetmiş olan Şükrü BALCI’yı ve eski İstanbul Blg. D. Bşk. Nuri GÜNDEŞ’i devamlı himaye etmiş ve Şükrü BALCI’yı adeta kahraman gibi empoze ederek Sn. Cumhurbaşkanımız tarafından mükafatlandırılması sağlanmıştır. Şükrü BALCI ile ilgili yolsuzluk soruşturmalarının da kapatılmasını sağlayan N. ÜRUĞ’dur.

N.ÜRUĞ’un yeraltı dünyası ile diğer bağlantıları İst. Syn.K.lığı Adli Müşaviri Fahrettin AKSOY (Deve Fahri) ve Hakim Albay Şevket KAYIRAN vasıtasıyladır. Şevket KAYIRAN, Tuncay MATARACI’nın Gümrük Müdürü Ali Galip KAYIRAN’ın ağabeyisidir.

N.ÜRUĞ’un oğlu Hadi ÜRUĞ, yıllarca İstanbul yeraltı mafyası ile iç içe olmuş, Dündar KILIÇ’ın maden işlerine girmiş, yeraltı dünyasının işlerini takip etmiştir. Nitekim İR 405 ruhsat ve 660 sicil numaralı Balıkesir ili Dursunbey ilçesi Odaköy civarındaki maden ocağının satış ve işletilmesi ile ilgili mukavelelerde Hadi ÜRUĞ’un ismi yer almaktadır.

Nevzat NAS (Mardinli-Kürtçülük Faaliyeti), Mehmet HADDAT (Giresunlu), Atıf KEÇECİ (İstanbul Emniyet Müdürlüğünde Affan KEÇECİ’nin ağabeyi), Fehmi AYANOĞLU, Kenen NEHRAZOĞLU (Shell’de çalıştı), Selattin BABÜROĞLU, Hakkı MERT, Tekin ALKAN (Mardinli Süryani), Alattin TÜYLÜOĞLU (Dündar Kılıç’ın adamı, Emekli Süvari Albay Ziya AZAK, Işık Finansman (Işık Kamil ÖNOL), Aziz GÜÇLÜ (İzmir’de yeraltı dünyasından), Öznur TAYLAN (İnci Baba ve Abidin NECİMOĞLU’nun avukatı), Çetin GÜVEN (Disk davasına bakan eski Hakim Gnl.) Muzaffer ATILGAN ve Dündar KILIÇ’ın isimlerinin geçtiği bu çok karışık maden işinde Hadi ÜRUĞ , Oğuz KANTAROĞLU’ndan madeni satın alan şahıs olarak gözükmektedir.

Diğer taraftan bir zamanlar İstanbul’da Şişli’de Günaydın Apartmanı’ndaki “Randevucu Mükü’ye “ ait evde sermaye olarak çalışan Gülser BAYER (Gül-Gülser HASTAN) kendisini N. ÜRUĞ’un yeğeni olarak tanıtmaktadır (Dayısı).

Uyuşturucu madde kaçakçılığı yapan Sedat BAYER isimli şahısla evlenen ve Londra’da…… telefonlu 10 Casterbridge Abbey Rood, NW 6 London adresinde oturan ve bilahare kocasından ayrılan Gülser’in bütün yeraltı dünyası ile ilişkisi mevcuttur. G. BAYER, N. ÜRUĞ’un Genelkurmay Başkanı olduğu devrelerde Ankara’ya gelmiş ve N. ÜRUĞ ile telefonla konuştuktan sonra evine ziyaretine gitmiştir. G. BAYER’in annesi İzmir’de oturmakta ve telefonu……dur. G. BAYER, İstanbul’da Ahmet ATEŞLİ’nin basın toplantısı yaptığı Suadiye Oteli’nde kalmaktadır.

N.ÜRUĞ’un kadınlara düşkün olduğu ve 1981 yılında Fahrettin ASLAN’ın İstanbul Sheraton Oteli’nde özel bir odada kalan N.ÜRUĞ’a Emel SAYIN’ı getirdiği bu tarihte Emel SAYIN’ın Fahrettin ASLAN’ın oğlu ile evli olduğu söylentiler arasındadır.

(3) Vali Nevzat AYAZ:

Polislikten gelme Nevzat AYAZ, Başkomiser olduğu tarihte İstanbul Emniyeti’nde tescil Amirliğine bakmış, bu sebeple gazino, kahvehane ve benzeri yerlerin ruhsatlarının verilmesinde Fahrettin ASLAN ve diğer yeraltı adamlarıyla ilişkiler kurmuştur. Birçok olayın arkasında olan Vali AYAZ, Şükrü BALCI ile sınıf arkadaşı ve yakın dosttur.

Fahrettin ASLAN’la ilgili uyuşturucu madde kaçakçılığı soruşturması sürdüğü tarihte, Fahrettin ASLAN’a plaket vermek ve bunu basın aracılığı ile yansıtarak F.ASLAN’ı onurlandırmak suretiyle himaye eden Vali AYAZ, eski Genel Kurmay Başkanı’nın Sayın Cumhurbaşkanımıza müspet empozeleri ile bugüne kadar yerini muhafaza etmiştir.

Şükrü BALCI’nın gayri müslimlerden baskı suretiyle para toplama işinde de adıgeçen Vali AYAZ’ın, kendisini bu görevden almak istediğini bildiği ÖZAL Hükümeti’ne sempatisi yoktur.

Banker BAKO olayının da içinde bulunan Vali AYAZ, BAKO olayının ortaya çıkmasının emareleri gözüktüğü tarihte Hüsamettin CİNDORUK, Emniyet Müdürü Ünal ERKAN ve Cevdet SARAL ile birlikte toplanarak durum değerlendirmesi yapmıştır.

Nitekim Temmuz ayı ortalarında yapılan bu toplantıdan sonra Emniyet Müdürü Ünal ERKAN, basında çıkan yazılarla ilgili olarak Emniyet Müdürlüğünü arayan Adnan KAHVECİ’nin ve diğer üst kademe yöneticilerin kayda geçirilmesi hususunda Güvenlik Şube Müdürü’ne talimat vermiştir. Amaç bu kayıtların ileride ANAP aleyhinde kullanılmasıdır.

Olayın ortaya çıkmasından önce Mali Şube ekipleri Kurtuluş’ta bulunan BAKO’ya ait BESA Şirketi’ne gidip gelmeye başlamışlar, olayın soruşturmasının Savcı Oktay ÇAKIR’a tevdi edilmesinden sonra da İstanbul Emniyeti’ne ait özel ekipler, Savcı Oktay ÇAKIR’ın hareketlerini kontrol altında tutmaya başlamışlardır.

Savcı Oktay ÇAKIR, BAKO ve yeraltı dünyası ile ilişkili Banker Engin CAN’ın bürosunda arama yaparken, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nce görevlendirilen özel otolar yakın gözetlemede bulunmuşlardır.
Vali AYAZ, Bako olayında Emniyet Müdürü Ünal ERKAN ve Yardımcısı Mehmet AĞAR’ı korumuş, Hürriyet Gazetesi’nde çıkan ve Ankara’daki yöneticileri “Takunyalılar” olarak niteleyen yazı ile hiçbir ilgilerinin olmadığını ve yazının hazırlandığı gece birlikte yemekte olduklarını, İçişleri Bakanı ve Emniyet Genel Müdürü’ne ifade etmiştir.

Esasen İstanbul Emniyet Müdürlüğünün çeşitli irtibatları arasında aşırı sağcı unsurlar bulunmaktadır. Emniyet Müdür Yardımcısı Mehmet AĞAR, Süleymancı Kemal KAÇAR’ın koordinatörlük yaptığı şirketin sahipleri İbrahim ASLAN ve Mahmut ŞAHİN ile yakın temas halinde olup, bu şahıslara gizli kalması icap eden soruşturma ve tahkikatlarla ilgili bilgi vermektedir.

İbrahim ASLAN’a ait Aslan Nakliyat, Tır taşımacılığı yapmakta 150 TIR’a sahip bulunmaktadır.

İbrahim ARSLAN, Malatya Vali şoförlüğü sırasında uyuşturucu ve silah ticareti yapmıştır. Mahmut ŞAHİN’e ait Şahlan Nakliyat, Deniz Ticareti ile iştigal etmektedir. Hira 1-2-3 gemileri bilinmektedir. Şahlan ve Aslan Nakliyat firmalarının genel Koordinatörü Süleymancı lider Kemal KAÇAR’dır.
Yukarıda bahsi geçen isimlerin dışında Yeraltı-Güvenlik görevlisi Bürokrat-İşadamı ilişkileri yönünden önemli isimlere rastlamak mümkündür. Menfaate dayalı bu çok yönlü ve karışık ilişkileri bir ayrı etütle tahlil etmek mümkün olabilir.

Yeraltı dünyasının çeşitli kesimlerle ilişkilerine dair ilginç örnekler müteakip maddelerdedir:

5. İstanbul Mali Şube Müdürünün alınması ve Narkotik Şube Müdürü Sarper BALTACIOĞLU’nun da alınacağının gazetelerde çıkması üzerine İstanbul’da yakalanan uyuşturucu madde miktarında bariz bir artış meydana gelmiştir. Yakın tarihte Gebze’de yakalanan ve İstanbul Valisi ile Emniyet Genel Müdürünün mükafatlandırıldığı olayda tahkikatlar tam olarak yapılmamış, İran'dan baz morfini taşıyan ve imalatı yapan kişiler yakalanmış, olayın içinde bizzat bulunan ve esas organizasyonu ve finansmanı yapan çiftlik sahibi ve uyuşturucunun Avrupa’daki organizasyonunu yapan Volkan isimli şahıs alınmamış, çiftlik sahibinin suçu üstlenen ağabeyi alınmıştır.

3-4 yıldan beri imalat yapılan bu çiftlik İstanbul Polisince bilinmekte ve imalata göz yumulmaktadır. BAKO olayından alınan yara üzerine organizasyonun bir bölümü yakalanarak olay büyük bir muvaffakiyet olarak takdim edilmiştir. Organizasyonda bulunan ve yakalanmayanlar için Hollanda’dan İstanbul Polisine külliyetli miktarda para gönderilmiş ve bunun organizesini de Volkan isimli şahıs yapmıştır. Uyuşturucu organizasyonunun arkasındaki isimler arasında Of’lu Osman (Osman Cevahiroğlu), Of’lu İsmail (İsmail Hacısüleymanoğlu) ve KALKAVAN’lar bulunmaktadır.

6. İstanbul Polisi ile mafya bağlantısını kuran kişi emekli Cinayet Müdürü Amiri Ahmet ATEŞLİ olup, Ahmet ATEŞLİ’nin halen İstanbul Polisi üzerinde Emniyet Müdürü’nden fazla bir etkinliği bulunmaktadır.

Bu etkinlik İstanbul İkinci Şubede bariz bir şekildedir. İstanbul Emniyet Müdürü Ünal ERKAN ve Yardımcıları, Ahmet ATEŞLİ’ye “Baba”, “Ağabey” şeklinde hitab etmektedirler.

Ünal ERKAN daha önce Emniyet Md. Yardımcılığı yaptığı dönemde, Mehmet AĞAR ise, İkinci Şube Müdürlüğü döneminde ATEŞLİ ile yakınlaşmışlar ve böylece polis- yeraltı ilişkileri pekleşmiştir.

Esasen Ankara’da bulunduğu dönemde Kürt Ahmet ve Kemal HORZUM’la yakın münasebeti dikkati çeken Ünal ERKAN’ın İstanbul’a tayini bir hayli polemiklere sebep olmuş ve Sn. Başbakan ÖZAL’a iyi bir şekilde takdim edilmesi ve Başbakanca desteklenmesi üzerine kadrosuyla birlikte İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne verilmiştir.

Ünal ERKAN’ın Ahmet TURGUT ve Kemal HORZUM ile ilişkileri ve bunun mahiyeti hakkında kayıtlarımızda Kasım 1987 ayı içinde Haydar KOÇ tarafından yapılan açıklamalar paralelinde bilgiler bulunmakta olup , bu bilgiler eski tarihlerde Cumhurbaşkanlığı’na ve Başbakanlığa not olarak da sunulmuştur. Ünal ERKAN’ın ekibine ayak uyduramayan Kemal YAZICIOĞLU kadrodan dışlanmış ve Ankara’ya Teftiş Kurulu’na verilmiştir. Kadro dışındaki Mehmet AĞAR ise Ünal ERKAN’ın en yakın mesai arkadaşı haline gelmiştir.

İfade edildiğine göre son 20 yıl içinde bu dönem kadar İstanbul’un kanunsuz ve kontrolsüz kaldığı, yeraltı dünyasının bu kadar himaye gördüğü dönem görülmemiştir.

Adıgeçenler, kendilerine en büyük destek olan üst makamlarına karşı dahi, politik olarak zayıfladıklarını tahmin ettikleri ve menfaatleri ağır bastığı zaman, oyunlara girme ve çok yönlü hareket etme temayülündedirler.

7. İstanbul Emniyeti, emekli olan Ahmet ATEŞLİ’ye İkinci Şube’ye ait 75 model bir Mercedes tahsis etmiş ve bir koruma ile şoför vermiştir. Şoförlüğünü halen İkinci Şube Birinci Kısım’da 4451 kodlu ekipte görevli Karadeniz’li Mustafa isimli polis memuru yapmıştır.

Bu aracın çok dedikodu çekmesi üzerine 1 ay önce Mercedes ve görevliler alınmış, bunun yerine yeni bir zeytuni renkli 131 otomobil verilmiştir. İstanbul’da mafya tarafından işlenen birçok cinayetin “faili meçhul” bir şekilde kapanmasını veya faillerinin değiştirilmesini sağlayan Ahmet Ateşli’nin yakın tarihte Gündüz KAPTANOĞLU tarafından öldürülen “Tilki Selim’in” olayını da faili meçhuller arasına soktuğu belirtilmektedir.

Ahmet ATEŞLİ’nin aşağıdaki olaylarda kilit rol oynadığı bildirilmektedir:

(1) Savcı Marlon KEMAL’in öldürülmesi olayı
(2) Şarkıcı Esengül’ün öldürülmesi olayı
(3) Of’lu İsmail’in yurtdışına kaçırılması
(4) Kaybolan Banker Servet olayı
(5) Kürt İdris’in Boğaz Köprüsünde eroinle yakalanıp salıverilmesi olayı
(6) Beyoğlu İtalyan Oteli’ndeki kesikbaş cinayeti olayı
(7) Telemen olayı
(8) Dündar KILIÇ’ın yazıhanesinde vurulan Bahriye’li lakaplı şahsın ölüm olayı
(9) Eroinci BAYBAŞİN’in vurduğu İbrahim ÇALIŞKAN olayı
(10) Ziya KALKAVAN’ın kızının ölümü
(11) Ocak Pastanesi sahibinin yaralanması olayı
(12) Tarık ÜMİT’in vurulması olayı

1979’da ŞELEFYAN’ın teneke ihalesine Dündar KILIÇ, Şadan KALKAVAN ve Gündüz KAPTANOĞLU ile katılan ve hisse alan ATEŞLİ bu tarihten sonra KALKAVAN’lara ortak olmuş ve Şadan KALKAVAN’ın silahını taşımaya başlamıştır.
KALKAVAN’ın Gebze Dil İskelesinde bulunan Sedef Gemi İnşaat Şirketi’ne Ahmet ATEŞLİ’de ortaktır. 5.nci maddede bahsi geçen çiftliğe yakın olan bu yerden KALKAVAN’ların uyuşturucu madde kaçakçılığı yaptığına dair duyumlar mevcuttur.

Diğer bir duyuma göre Ahmet ATEŞLİ’nin Suadiye Bağdat Cad. Öncü Sok. Özlem Apt. No: 1 Kat:5 adresindeki dairesini Of’lu Osman (Osman CEVAHİROĞLU) hediye almıştır.
8. Mehmet AĞAR’ın hemşehrisi Kebapçı Set Kemal’in geçen kış Kürt İdris’in yeğeni Nihat’ı vurma hadisesi ile Kemal’in ağabeysi Kenan’ın 1 kişiyi öldürme hadisesi İstanbul Polisince kapatılmıştır.

Yakın tarihte öldürülen Fevzi ÖZ’ün şoförünün olayı da faali meçhul cinayetler arasına girmiş ve Fevzi ÖZ’ün ifadesi bile alınmamıştır. Ayrıca silah ve uyuşturucu kaçakçısı Zihni İPEK, hükümlü Lokman KONDAKÇI, uyuşturucu kaçakçısı Enis KARADUMAN gibi aranan yüzlerce şahıs, İstanbul’da rahatlıkla gezmekte, hatta bazıları gece klüplerinde ve umuma mahsus yerlerde polislerle birlikte olmaktadır.

Mehmet AĞAR, Fındık kralı diye bilinen Lokman KONDAKÇI’yı bir yeraltı grubuna dövdürmek ve sonra himayesine almak suretiyle Lokman’la yakınlık kurmuş, keza hayali ihracatın büyük isimlerinden Turan ÇEVİK’e de baskı kurdurarak aynı yakınlığı sağlamıştır.

Yeraltı dünyasını Ankara’daki üst düzey bürokratlara da AĞAR empoze etmekte ve Turan ÇEVİK , Fevzi ÖZ , Necdet ULUCAN gibi ünlü isimleri üst düzey bürokratlarla ve hatta bakanlarla tanıştırarak bağlantılarını sağlamlaştırmakta, faaliyetini legalize etmektedir.

9. Mehmet AĞAR, Nihat CAMADAN, İsmail TAŞKAFA, Ziver ÖKTEM ve Necati ALTUNTAŞ’ın gayrimeşru paraları Mehmet AĞAR’ın dayısı Yılmaz AKÇADAĞ ve ortağı Ekrem GOCAY’a verilmekte, bu şahıslar da paraları büyük iş adamlarına vererek faiz almaktadırlar. Perşembe pazarında otomobil yıkayıcılığı yaparken kısa zamanda demir ticareti ve faizcilikle milyarder olan Ekrem GOCAY ve ortağı Yılmaz AKÇADAĞ’ın Kabataş Set üstünde yazıhaneleri vardır.

Mehmet AĞAR’a ait 18 adet ev ve arsa tapusu, dayısı Yılmaz AKÇADAĞ’ın boşanmış olan eşi Şükran AKÇADAĞ’ın üzerindedir. Dayısının eski eşi bu tapuların üzerinde gözükmesinden rahatsızdır.

10. 12 Eylül’den sonra Dündar KILIÇ’ın Bandırma’da gözaltına alındığı tarihlerde bir DEV-SOL mensubu, İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’na 12 Eylül’den önce ve sonra Dündar KILIÇ ve kardeşi İbrahim KILIÇ’la zaman zaman buluştuklarını, her buluşmada adıgeçenlerden 200 bin TL. Para ve 20 kutu mermi aldıklarını ihbar etmiş, ihbarın tahkiki İstanbul Birinci Şube Müdürlüğü’ne verilmiştir.

Olaya Elazığ’lı kebapçı Set Kemal’in tavassutuyla o tarihte İkinci Şube Müdürü olan Mehmet AĞAR ve Birinci Şube Müdürü Tayyar SEVER müdahale etmişler ve Birinci Şube Müdür Muavini Alican ÖZGENLER ve Başkomiser Celal ALTINTAŞ’ın muhalefetlerine rağmen olayı kapattırmışlar, soruşturmayı Başkomiser Celal’den alarak başkasına vermişlerdir. Sorgulamada İbrahim KILIÇ’ın ifadesine başvurulmuş, Dündar KILIÇ’ın evi ve işyeri usulen aranmış ve İbrahim KILIÇ’ın ihbarcıyı cezaevinden tanıdığı ve hastası olduğu için para verdiği şeklindeki beyanına itibar edilerek ve ihbarcıya baskı yapılarak olay kapatılmıştır. Olaydan sonra Başkomiser Celal ve Alican ÖZGENLER pasif görevlere alınmışlar, her ikisi de İbrahim KILIÇ’ın kendilerine renkli TV. hediye etme teklifini reddetmişlerdir.

Dündar KILIÇ ve kardeşi İbrahim KILIÇ ile DEV-SOL’dan Paşa GÜVEN, Hüseyin SOLGUN, Dursun KARATAŞ ve MLSPB’den Hasan ŞENSOY’un yakın irtibat ve işbirliği olmuştur.

11. Ünal ERKAN ve Mehmet AĞAR’ın gizli ve önemli buluşmalarını yaptıkları Etiler Ulus Mahallesi’nde ve Kadıköy- Bostancı’da iki ev vardır. Ulus Mahallesi’deki ev Diyarbakır’lı Vekin AKTAN’ın üzerine olup, parası Behçet CANTÜRK tarafından ödenmektedir.

12. Mehmet AĞAR’ın yurtdışı bazı bağlantılarını özellikle Arap Ülkelerinde dansözlük yapan dostu Yonca YÜCEL yürütmektedir. Yonca YÜCEL’in İstanbul Adresi: Teşvikiye Cad. 66/8 Celal Apt. olup, telefonu…….dır.

Mehmet AĞAR Ankara’ya geldiğinde Yonca Yücel ile ……telefonla görüşerek, konsomatris Nur’un evinde buluşmakta ve kalmaktadır.

Turan ÇEVİK, 3 yıl kadar önce Mehmet AĞAR’a 5 milyon değerinde bir saat, Lunaparkçı Osman KAVRAN 86 Yılbaşında 5 adet beşi bir yerde ve AŞÇIOĞLU grubunun adamı, kaçakçı ve kuyumcu Cavit’de Mehmet AĞAR’ın eşi Emel’e bir Reno 5 almıştır.

Mehmet AĞAR, İstanbul’da …..nolu telefonda bulunan Pınar isimli bir kadını Emniyet Genel Müdürlüğü’nde çok üst rütbede bir kişiye sürmüş ve bu şahsın Pınar ile olan ilişkileri ve fotoğrafları İstanbul Emniyeti’nce şantaj olarak kullanılmıştır.
Mehmet AĞAR’ın Turan ÇEVİK, Burak SAĞMAN ve bazı bürokratlarla ortak hayali ihracat işleri vardır. Mehmet AĞAR’ın bu işlerini Ankara’ya sık sık gidip gelen şoförü Polis Memuru Necdet takip etmektedir. Necdet’in hakkındaki söylentilerin açığa çıkması karşısında yakın tarihte polislikten ayrıldığı ve Ayvalık’ta Belediye’ye ait 160 yataklı bir oteli kiraladığı belirtilmektedir.

13. Turan ÇEVİK, Burak SAĞMAN, bazı bürokratlar ve Artist Nazan ŞORAY, 1986 sonlarında Ankara Başkent Gazinosu’nda birlikte görülmüşler, bunu takip eden günlerde Burak SAĞMAN’ın yönetim kurulu başkanı olduğu Atlas A.Ş.’nin Antalya’da bir gemide yakalanan 80 milyarlık hayali ihracat olayı meydana çıkmıştır.

Olayın kapanması için Mehmet AĞAR ve Turan ÇEVİK’e yakın bir Devlet Bakanı teşebbüslerde bulunmuştur.

14. BAKO olayı dolayısıyla tayini çıkan ve DYP’den adaylık için müracaatta bulunan Mali Şube Müdürü Cevdet SARAL, 1987 içinde Fevzi ÖZ, Necdet ULUCAN, Berber YAŞAR, Emin GÖRPE ve Mehmet Ali YILMAZ isimli yeraltı dünyasının tanınmış isimleri ile ortak olarak 17 milyarlık hayali ihracat işi yapmıştır.

Cevdet SARAL ve Mehmet Ali YILMAZ, aday listelerinin belli olacağı tarihte Ankara’ya gelmiş ve birlikte Büyük Ankara Oteli’nde kalmışlardır.

Cevdet SARAL’ın bir arkadaşı ile kaleme aldığı belirtilen Kalın Kara İnce Beyaz isimli ve Aycevren imzalı, Bilman basımevi tarafından basılan bir kitabın AP’ce finanse edildiği söylenmektedir.

15. Yüksel KAZANCI isimli bir şahıs ile İstanbul Emniyet Müdürü Ünal ERKAN arasındaki ilişkilerle ilgili bir ihbarda aynen şöyle denilmektedir. (İhbarı yapan şahısla temas kurulması mümkündür.)

Yüksel KAZANCI:

Yaptığı iş; Yurtdışında otelcilik, Genelev işletmeciliği, Sancak Bar (büfe), beyaz kadın ticareti vs. ve beyaz işi.

Bu konuda Hollanda Polisi’nin bilgisi var. Beyazla ilgili daha önce İstanbul’da vuracaklardı başaramadılar. Devreye müdür girdi. Durumu Şişli Emniyet Amirliği biliyor. Şu anda İstanbul’da bir fabrika açtı, müdür veya bir yakınının hissesi olduğu biliniyor. Yüksel KAZANCI ve tüm çevresindeki beyaz işi yapanlar müdürle bağlantı içindeler. Geliş ve gidişlerinde müdür özel araba gönderiyor, müdür ilişkisini, tanıdığım Hollanda’daki bazı polis yetkilileri biliyor. Yüksel KAZANCI, müdür İstanbul’a atandıktan sonra, tüm bağlantıları İstanbul’da yapmaktadır. İstanbul görüşmelerinin büyük bir kısmı Divan Otel’de yapılmaktadır. Müdürle bağlantıları konusunda daha geniş açıklama
yapabilirim. Durumu Genel Müdür’e, Galip Bey’e, Bakan’a, gerekirse Başbakanımıza istenildiği şekilde intikal ettiririm.

16. 5 ağustos 1985 tarihinde Milano’da Bülent GÖKBEN, Mehmet Serdar ALPAN, Fikri PAHPAROĞLU, Fahrettin ÖZDEMİR isimli şahıslar 10 kilo 230 gram eroinle yakalanmışlardır. İtalya Polisi, yakalananların üzerinde bulunan telefon numaraları meyanında İstanbul….ve …..telefonlarını vermişlerdir. Kaçakçılık Daire Başkanlığı, bu telefonların nerelere ait olduğunu İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nden sormuş, İstanbul Emniyet Müdürlüğü ise genel bir cevap ile olayı geçiştirmiştir.

Esasında her iki telefon da İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Mehmet Ağar’ın makam telefonlarıdır. (Sirkeci ve Gayrettepe’deki). Mehmet Ağar’ı bu telefonlardan arayanlardan bir diğer şahıs ise Londra…. nolu telefonda bulunan Halil PERİL’dir.

Kulüpçülük ve uyuşturucu kaçakçılığı yapan Halil PERİL, Kıbrıs’ta Con Aziz adıyla bilinen yeraltı dünyasına mensup Aziz Mehmet KENT’in adamıdır ve Of’lu Osman (Osman CEVAHİROĞLU) ile irtibatlıdır.

17. İstanbul Emniyeti’nde genelev, fuhuş yeri ve kumarhanelerden paraları İkinci Şube Ahlak kısmının Ekip Amiri Komiser Fikri toplamakta ve bu paralar, Ahlak Kısım Amiri Hasan CEYHAN ve İkinci Şube Müdürü Ömer TÜZEL vasıtasıyla İstanbul Emniyeti’nce üst makamlara aktarılıp bölüşülmektedir.

Tahtakale ve Kapalı Çarşı’daki döviz ve para işlerini ise İkinci Şube Müdür Yardımcısı Cavit OKÇUOĞLU organize etmektedir. Eminönü Emniyet Amiri Haluk GÖZEN de bu işlere yardımcıdır. Ancak Haluk GÖZEN bu işlerden rahatsızlıkta duymaktadır.

Cavit OKÇUOĞLU’nun Sirkeci Doğu Bank İş Hanında kuyumculuk yapan Bektaş isimli ortağı vardır.

18.Cevdet SARAL’ın Hürriyet gazetesi’nden Kasım GENCE ile ortak, Hasanpaşa Kuşdili’ne giderken sağ kolda, Söğütlüçeşme Camii altında Evren Elektronik isimli bir dükkanı olduğu ve kaçak elektronik eşya satan bu dükkanın bilahare Doğu Bank İşhanına taşındığı bildirilmektedir. Ümraniye’deki Netaş telefon firmasının süpermarketinin 97 hissesi de Evren Elektronik Şirketi’ne aittir.
19. Jaguar’ın Türkiye temsilcisi Zeki BERBEROĞLU, (İsmail Hacı SÜLEYMANOĞLU -Of’lu ile ortaktır).

Jaguar’ın eski yıkılan Tarabya Çamlık’taki yeri de Of’lu İsmail’e aittir. Bu yerde daha önce Dündar KILIÇ’ın “Cem Boya Fabrikası” bulunuyordu.

Güneri CİVAOĞLU Jaguar olayından dolayı Güneş Gazetesi’nden ayrılmak zorunda kalmıştır. Zira bu yayın hem olayın arkasında Of’lu İsmail’in ve yeraltı dünyasının olduğunu açığa çıkartmış, hem de Of’lu İsmail’in mülkünün yıkılıp elinden alınmasına sebep olmuştur.

Diğer önemli bir husus ise yayının Mehmet Ali YILMAZ’ın ihalelerini tehlikeye düşürmesidir.

Zeki BERBEROĞLU bilahare İzmit’te Of’lu İsmail’in yeğeni Hızır HACISÜLEYMANOĞLU ile ortak bir büro açmıştır. Bu büronun açılışı Derince Ro-Ro seferlerinin başlaması tarihine tekabül ettiğinden, amacın kaçakçılık faaliyetine yönelik olduğu değerlendirilmektedir.

20. Kamu kesiminde birçok kişinin tanıdığı Terzi Mualla, 3 yıldan beri Dündar KILIÇ’ın dostu (gayrimeşru karısı) ile birlikte ortak konfeksiyon işi yapmaktadır. Terzi Mualla’nın aktör Kadir İnanır’la (Karadeniz’li) uzun zamandan beri beraber yaşayan kızı Canan ÖZBEK’in Dündar KILIÇ’ın kızı ve damadı Uğur (Her ikisi de Uğur) ile yakın ilişkileri mevcuttur.

Yeraltı dünyası, Terzi Mualla ve Canan kanalıyla bazı ilişkiler kurmak çabalarındadırlar. Terzi Mualla ve Canan’la, Şarkıcı Hülya SÜER Emniyet müdür Muavini Mehmet AĞAR ve Gazeteci Rauf TAMER de yakın ilişki içindedirler.

21. BAKO olayının ortaya çıkmasından birkaç ay önce Selçuk KURT isimli bir Rizeli şahıs ile İzmir’de demir ticareti ile uğraşan TOPRAK soyadlı bir şahıs, yeraltı dünyasının ülkücü kesiminden bir şahsa 1 bavul dolusu sahte Devlet Tahvili ile giderek bunların piyasaya sürülmesinde ortaklık teklif etmişlerdir. Selçuk KURT’un aşırı solcu olduğunu ve Yugoslav Komünist Partisi’nden üst düzeydeki şahıslarla irtibatının olduğunu öğrenen ülkücü şahıs bu teklifi kabul etmemiş ve olayı yakını olduğu kaynağa iletmiştir.

Kaynak, senetlerin Yugoslavya’da bastırıldığını ve kağıdının İtalya’dan temin edildiğini, organizasyonun içinde Yugoslav Komünist Partisi’nde üst düzeyde bir şahsın bulunduğunu ve Selçuk KURT ile TOPRAK’ın, İbrahim KILIÇ, Erdoğan ARSLAN ve Banker BAKO ile iltisaklı olduğunu kendisine bilgi veren arkadaşına atfen bildirmiştir.

22.İstanbul’da yeraltı dünyası ile ilgili bütün olaylar, Şişli Adliyesi’ne intikal etmektedir. Bu adliyedeki savcılardan üçü Trabzon’lu olup Dündar Kılıç ve Of’lu grubuyla yakın ilişkileri vardır. Yeraltı dünyası ile ilgili davalara da hep aynı ağır ceza mahkemeleri bakmaktadır.

23. Yeni Mali Şube Müdürü Orhan UZELER, daha önce Behçet CANTÜRK’ten rüşvet almaktan soruşturma geçirmiştir.

Elazığ’lı olan Orhan UZELER’i, hemşehrisi Mehmet AĞAR ve Emniyet Müdürü Ünal ERKAN müffetişlere karşı himaye etmişler ve aklanmasını sağlamışlardır. O. UZELER, Ş.BALCI leyhinde tanıklık yapmıştır.

Orhan UZELER’in Mali Şube’sindeki odasında Orhan UZELER, Şükrü BALCI, Tayyar SEVEN, Cevdet SARAL, Gazeteci İrfan ÜLKÜ ve Kasım GENCE toplanarak, Atilla AYTEK ve MİT’e karşı yapılacak yayımları planlamaktadırlar. (Böyle bir toplantı 3 Kasım1987 günü akşamüstü mezkur yerde yapılmıştır.)

24. Güvenlik Kuvvetleri’nin kanuni görevlerinin ifası sırasında zaman zaman çeşitli teknik dinleme yoluna başvurduğu bilinmektedir. Bu cümleden olarak Emn. Gn. Müd.lüğü’nün ilgili birimlerinin ve İst. Emn. Md.’nün telefon dinleme çalışmaları yaptığı, bu amaçla belirli bir organizasyonun bulunduğu da bilinen hususlardandır. Ancak özellikle İst. Emn. Müdürlüğü’ndeki dinlemelere ilişkin uygulamaların görevin ifasından çok, kişisel amaçlarla kullanıldığına ilişkin duyumlar intikal etmektedir. Bu durumun çeşitli açılardan komplikasyonlara yol açacağı izahtan varestedir.

25. Yukarıda yeralan ve özellikle İstanbul Emniyet Müdürlüğü mensuplarının faaliyetleri ile ilgili olan iddiaların bir kısmının Emniyet Genel Müdürünün bilgisine intikal ettiği anlaşılmaktadır. Buna rağmen, Emniyet Genel Müdürünün iddiaların üzerine gittiğine ilişkin hiçbir emarenin bulunmaması, bunun yanı sıra, İstanbul Emniyet Müdürü ile ilgili bir sabıkalının açıklaması üzerine, “maiyetini korumanın” ötesine geçecek şekilde gösterdiği tepkinin, üzerinde düşünülmeye değer hususlardan olduğu değerlendirilmektedir.

26 Mayıs 1987 tarihinde yazılan Şahin imzalı bir ihbar mektubu Ahmet ATEŞLİ’nin kapattığı cinayetlerle ilgili bir ihbar sureti ilişikte sunulmuştur. Ihbarda “Amir Bey” diye bahsedilen Ahmet ATEŞLİ’dir.

Ayrıca İstanbul İkinci Şube’de 1967’den beri görevli olan ve 5 yıl Ahmet ATEŞLİ’nin şoförlüğünü yapmış bulunan Mümin MANDİL’le yapılan bir görüşmenin band tapesi ekte sunulmuştur. Kimliği afişe edilmediği ve kendiside bir zarar gelmediği takdirde Sayın İçişleri Bakanına da daha teferruatlı açıklama yapabileceğini ifade eden MANDİL’in anlattıkları, İstanbul’da polisin himayesinde ve kontrolünde yapılan kanunsuz faaliyeti bariz bir şekilde sergilemektedir.

MANDİL, Ahmet ATEŞLİ’nin Suadiye’deki ……….. no’lu ev telefonu ile Şadan KALKAVAN’ların Karaköy’deki yazıhanesi ve bazı önemli isimlerin telefonlerının dinlenmesi halinde bütün faaliyetin ve kanunsuz işlerin ortaya çıkabileceğini beyan etmektedir.

Mandil’in görüşmesinin ikinci sayfasında bahsettiği Orgeneral muhtemelen Ulusoy’larla yakınlığı olan eski Genelkurmay Başkanı Nejdet ÜRUĞ’dur. Vali Nevzat AYAZ’ın da Ulusoy’larla yakın ilişkisi olup, Sinagog baskını olayını, Vali Nevzat AYAZ, Cemal ULUSOY’un yatı ile Fethiye’de bulunduğu zaman haber almıştır.

27. Netice ve Kanaat

Netice olarak şunu belirtmekte fayda vardır. Kaçakçılık örgütlerinin asıl amacı kolay yollardan kazanç elde etmektir.

Kaçakçılık yoluyla bir ülkenin otoritesinin sarsılması rejimin çökmesi, ekonominin yok olması, insanların güçsüz ve amaçsız yetişmesi ülke içerisindeki kaçakçı örgütlerini pek etkilememektedir. Kaldı ki bu sonuçlara ulaşmak uluslararası kaçakçılığın amaçları içindedir.

Yurtiçinde ve yurtdışında her türlü kaçakçılık faaliyetlerinde bulundukları bilinen kişilerin maddi durumlarının ve sosyal yaşantılarının çok yüksek düzeyde olması kamuoyunda özendirici bir etki yaratmakta, ekonomik durumları bu denli iyi olan kaçakçı örgüt patronları, sahne ve sinema sanatçılarıyla, yetkili ve etkili kişilerle dostluk kurabilmekte, basının kendilerinden övgüyle bahsetmelerini sağlayarak toplumun çeşitli kesimleri üzerinde psikolojik etki yaratabilmektedir.

Özellikle siyasi partilerde ve bürokraside söz sahibi kilit kişileri etkileyerek yasal engelleri aşabilen bu kişiler , genellikle sosyo-kültürel alanda çağdaş çizginin altında kalmış, kaçakçılığı, gayrimeşru kazancı bir suç niteliğinde dahi görmeyen ve adeta meşru kabul eden kişilerdir.

Tabiatıyla zamanla devlet organlarının çeşitli kademelerine sızabilen bu kişileri suçlamak kolay kolay mümkün olmamakta suç sadece zincirin ucunda bulunan piyon elemanlara yüklenebilmektedir.

Günümüzde , kamu görevlileri ve güvenlikle vazifeli kişiler kaçakçılığı somut bir kanunsuz ekonomik kazanç şekli olarak değerlendirmemeli, belli bir ideolojik görüş taşımasalar bile, yıkıcı ve bölücü güçlerin ideolojisine hizmet eden düşman devletlerin hasmane politikalarına yarayan, bu faaliyete müsaade ve müsamaha etmemelidir.

Zamanında birçok olayın "müesseseler yıpranmasın" felsefesi ile üzerine gidilmemesi, faillerinin saklanıp olayların kapatılması, müesseseleri kurtarmış ancak zaman içinde bundan zarar gören devlet olmuştur.

Olayların üzerine gidilirken müesseselerin devlet için var olduğu unutulmamalı, yeraltı dünyası ve devlet düşmanları ile mücadele eden görevliler yalnız bırakılmamalıdır.

Arz ederim.

EKLER

1. Em. Albay Ali İhsan CESUR’a ait fotoğraf sureti,
2. Gülser BAYER (HASTAN) ve randevucu Mükü’nün resmi
3. Mayıs 1987’de gönderilen Şahin imzalı ihbar mektubu sureti
4. Mümin MANDİL’le yapılan görüşmenin tapesi
5. Ahmet ATEŞLİ ile ilgili ihbar mektubu sureti,
6. Şükrü BALCI ile ilgili dosya özeti
7. Kaçakçılık ve Devletin güvenliğine etkileri isimli bir konferans notunun ilgili bölümleri .